Eğitim, yaşayan bir kavram olduğundan ölü bir atmosfer olan okulda yapılamaz.
Okullar sisteme adam yetiştirmenin, otoriteye itaatin henüz daha çocukken öğrenildiği kurumlardır. Totaliter rejimlerin düşünemeyen nesil yetiştirme yuvasıdır. Okul canlı değildir, soğuk ve sistematize edilmiştir. Nerede oturacağınız, kimden ders alacağınız, ne kadar süreyle hangi konuyu işleyeceğiniz sizin adınıza önceden belirlenmiştir. Farklı düşüneni yontar, sivri olanı köreltir, iyi öğrenci kötü öğrenci ayrımı yapar, teneffüs zili ile sizi komuta eder, ev ödevleri ile şahsî alanlarınıza girer ve üstelik bunu kendisine uygulanan bu sistemin doğruluğunu yanlışlığını henüz ölçebilecek yeterlilikte olmayan çocuğa yapar. Karne ile aile ve çocuğun arasını açar. Sevgiyi ve ilgiyi şartlandırır. Müfredat denilen saçma sapan konular bütününü İlâhî bir emirmişçesine uygular ve en nihayetinde kendileri gibi düşünen, rekabetçi, yeniye kapalı, itaatkâr fertler yetişir. Bu fertlerden de sektörler beslenir. Bu döngü böylece gider. Hiçbir sistem ressam, şair, zanaatkâr, çiftçi, filozof yetiştirmek istemez. Fert olabilmek kitlesel güç isteyenlerin en korktukları şeydir.
Okulu sevmemiz gerektiği o kadar derinlikli bir şekilde öğretilmiştir ki, eğitimi ve öğretimi sadece okuldan alabileceğimiz fikri ile büyürüz. Öğretmen denilen kutsal mefhum sadece mesleği öğretmenlik olana hasredilmiştir.
Eğitim, tabiatından koparıldığı zaman topraktan ayrılmış bir bitki gibi ölür. Bu yüzden hayattan ayrı düşünülmemelidir. Hayatın bizzat içinde olduğu zaman ancak eğitim, eğitim olur. Bir çocuğun nerede, ne zaman, kimden, ne öğreneceğine karıştığımız oranda o çocuğun bütün potansiyellerini, istidatlarını yok ederiz. Oysa Hz. Ali (ra), Efendimizi (asm) dinleyip iman ettiğinde henüz on yaşlarındaydı. Kimden, ne öğreneceğine kendi istek ve iradesiyle karar vermişti. Baba otoritesi karşısında bile söz konusu iman olunca “Allah beni yaratırken babama sormadı, ben Allah’a inanmak için niçin babama sorayım.” diyebilmişti. Kendi öğretmenini kendi seçmiş kendi eğitimini kendi belirlemişti.
Tefekkür, kâinatın her köşesinden hakikat dersleri bulabilmenin adıdır. Serbest bir beyinle yapılır. Belli bir zaman ve mekânda her şey tefekkür etmek isteyen birine bir hoca, bir mürşid olabilir. Nitekim Bediüzzaman’ın hayatına baktığımızda onun okulunun dağlar olduğunu görürüz. Dağlara çıkıp hayatın bizzat içinde kâinatla bizzat temas edip onlardan alınacak dersleri almış bir zattır o.
Ruhu ve aklı öylesine hürdür ki yirmi yedi yıllık hapishane hayatı onun zihninin parlaklığını lekelememiş, şuurunun, dimağının, belleğinin kapasitesine zerre kadar zarar vermemiştir.
Modern okullar tefekkür nazarımızın bozulmasında ciddî birer paya sahiptir. Daha çocukken aşılanan bu kafa yapısı ile zihinlerimizde dünya ve din algısını öyle bir ayırır ki ileride inandığımız dini hayatımızın hangi köşesine sıkıştıracağımızı düşünüp dururuz. Gündüz yaptığı iş ve neticesinden başka bir şey düşünmeyen geceleri de yatmadan ettiği duâ ile vicdanını rahatlatan fertler haline geliriz. Tefekkürü sadece hafta sonları gördüğümüz ağaca, denize hasrederiz. Böylece yaşar gideriz, neye, ne için hizmet ettiğini bilmeden, yaşama amacını sorgulamadan, kendi tefekkürünü yapamadan. Çünkü bize böyle öğretilmiştir.