Bazı galat-ı meşhureler vardır ki dilimize yerleşmiş, doğrulardan addedilmiştir. Bazı eyyamlar da var ki içimize girmiş, bid’at-ı hasene nev’inden kabul görmüştür. Doğum ve Anneler Günü gibi.
Esasen, doğum ve Anneler Günü gibi yevm-i mahsusa dinimizde rastlanmamış, Sünnet-i Seniyyede de tatbikatı görülmemiştir. Bizler her işimizi, her âdâpta rehber edindiğimiz yaşayan bir Kur’ân olan Habib-i Zişan Efendimizi (asm) örnek almamız gerekirken; zamanın çarşısında merğup olan mallara teveccüh etmişiz.
İşin fıkhî yönünü hocalarımıza bırakırken, tatbik edilen bu âdeti sosyal yönüyle ele alacağız.
Evet, din adına görmesek de Anneler Gününü, Avrupa’dan sosyal bir aktivite olarak kabul etmiş ve ajandamıza kaydetmişiz.
Bu itibarla, dışarıdan gelen her şeyi, ecnebidir gerekçesiyle hemen reddetmek yerine, İslâm’a uygun olup olmadığını incelemek, uygun yanı varsa almak, yoksa uygun hale getirerek düzeltip ıslah etmek yanlış olmasa gerektir. (teknoloji ve dünyevî işlerimiz gibi)
Dinî midir değil midir tartışması bir yana, çok şükür mütedeyyin insanımız validelerimizin hatırını bir güne hapsetmediler. Her vesileyle ziyaret edip ellerini öper, uzakta ise de telefonla hayır duâlarını alırız. Madem kabul görmüş, diğer günlerde ihmal etmemek şartı ile, o günü de bir vesile bilip arayıp hal hatır sormak ve elini öpmek fa’l-i hayırdır.
Peki, vâlide neden bu kadar mühimdir, neden Kur’ân’ın nazarında hakları bu kadar ehemmiyetli ve ukuku (karşı gelmek) ne derece çirkin olduğu beyan edilmiş ve neden” cennet anaların ayakları altındadır” buyurulmuştur?
Düşünelim, bir kadının doğum yapmadan evvelki halini...
Belki aile, eş veya çalışıyor ise iş disiplini elbetteki vardır. Zira insan başıboş değildir. Ancak ana olduğunda ölene kadar mahkûmdur. Cenâb-ı Erhamurrahimin anaya yerleştirdiği şefkat vasıtasıyla o çocuğun bütün hallerini yüreğinde hisseder. Hamilelikten başlayarak; doğumu, kulağına ezanı, çiçek-kızamık derken yemeğe başlaması, diş çıkarması, yürümesi, ilkokul-camii, ortaöğretim ve üniversite, askerlik, işe giriş heyecanı, evlilik...
Bütün bu mertebelerde ana yüreği hep vardır. Torunların sevgi ve heyecanını da eklersek evlâdının ve onların gâilesi vefat edene kadar devam eder. Nazik ve seri’üt-teessür kalbiyle, onca evlâdının yükünü taşır.
“Bütün vâlidelerin şefkatleri, ancak bir lem’a-i tecelli-i rahmettir” diyen Üstad-ı muhterem bakın ana hakikatını nasıl tefsir etmiş;
RAHİMANE ŞEFKAT
“Ve vâlide, en kerim, en rahîm öyle fedakâr bir dosttur ki; o şefkat saikasıyla bir vâlide, bütün dünyasını ve hayatını ve rahatını, veledi için feda eder...
Bir vâlidenin evlâdının mes’udiyetlerinden ve istirahatlerinden, şefkat vasıtasıyla aldığı lezzet, o derece kuvvetlidir ki; onların rahatı için ruhunu feda eder derecesine getirir. Hattâ o şefkatin lezzeti, tavuğu civcivlerini himaye etmek için arslana saldırtır.”
Böylesi Rahimane bir şefkate şefkat etmeyip, hürmetle ellerini öpmezsek o hakları ahirete yüklediğimiz gibi dünya’da da bize insan denilir mi?”
Kaldı ki dünyevî hallerimizde bile onlara muhtacız. Onlardan aldığımız nasihatlerdir ki, okulumuzu, işimizi-iktisadımızı tanzim etmişiz.
Hazreti Üstadın dediği gibi validemizden aldığımız dersler, fıtratımızda çekirdek hükmünde yerleşmiş. Yaşımızı aldığımız halde her vesileyle ona müracaat etmek aşinalığı, onun yokluğunda da kalben devam ediyor.
Aciptir ki Anneler Gününü yazarken (geçen sene bu pazar) vefat eden validemin sene-i devriyesini Fatihalarla idrak etmiş olacağım.
ANNEM
(Yetimane hüzün gibi dursa da, bu hakikatı hissetmeyenimiz yok gibidir)
Sen gittin annem, bir yanım eksik.
Kolum var, amma kanadım kırık.
Bakma sen ağarmış, saçıma başıma.
Sen gittin annem, bir yanım çocuk.
Gidişin öyle bir kor yüreğimde.
Kimseye diyemem, zor içerimde.
(Gitme dur diyemem, zor içerimde)
Ne aşk bu, ne sevda, yar ciğerim de
Sen gittin annem, sol yanım yıkık.
Şefkat ne büyük, tükenmez hazine.
Yağar Rahmetten, sevgi denizine.
Padişahta olsa, muhtaç dizine
Sen gittin annem, bir yanım buruk.
Hayatta olan validelerin, kadrlerinin bilinmesi temennisiyle...
Ö. F