"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Bir sahayı esas tutmak mı; yoksa her şeye sahip olmak mı?...

Orhan Ali YILMAZ
29 Ağustos 2021, Pazar
(Barla/Yeni Asya Sosyal Tesisleri)

Her insan, yaratılışı noktasında, sayılamayacak derecede farklı meziyet / özellik, istidad/istitaât/kabiliyet/yeti/yetenekler ile dünyaya gelir, daha doğrusu; gönderilir.. 

Ve bu konu, bildiğimiz, Kur’ân’da bize bildirilen Esmâ-i Hüsnâ’nın, aslında, şu bilemeyeceğimiz kadar çok, hem de farklı sayıda olmasının bir sonucu / tezahürü / tecellisi olarak karşımıza çıkmaktadır..

Kimimiz, daha bir konuşmaya, kimimiz susmaya, kimimiz yazmaya, kimimiz hafızaya almaya/ezberlemeye, kimimiz resim yapmaya, kimimiz hayal kurmaya, kimimiz mizaha / espriye/şakacı karaktere yakın iken, kimimiz ciddiyete daha bir meyyâl /eğilimli/istekli/arzulu yaratılmışızdır, yapı/karakter/mizaç olaraktan....

“Eğitim” dedikleri şey de, aslında, işte tam da burada başlamaktadır...

Her insanın yaratılıştan, potansiyel olarak getirdiği, şu çok farklı istitadât /istitaât/yetileri açığa çıkarıp tenmiye/neşv ü nemâ/geliştirmek konusu, hep şu dem vurduğumuz, hem de en tabiî hakkımız olarak görüp, çok rahat görüş belirttiğimiz Eğitimin /Eğitim Sisteminin en birinci basamağını, hem de en temel problemini / sorunsalını teşkil etmek /oluşturmakla birlikte, bu meselede, birbirinden epey bi’ farklı şöylece bir tavır/duruş/bakış açısı karşımıza çıkmaktadır, Eğitim Yöntemleri/Yönetimleri açısından...

Kimisi, “saldım çayıra, Mevlâm kayıra” misalinde olduğu gibi, son derece umursamaz, ciddiyet, hem de sorumluluktan yoksun, lâkayd bir tavra intikal etmekte/vermekte,

Kimisi ise, olayı/konuyu mübalâğa edip/abartıp, epey bi’ istibdat / baskı /dikta yollu, en güzel istidatlara, en özel kabileyetlere, aslında, yalnız kendisinin sahip olduğu kanısına/kanaatine zehab etmekte/kapılmakta, sonu /sonucu çok tehlikeli ve sakıncalı psikomatik bir problem, hem de hastalık olan şu Narsizm’e/tekebbüre varmakta/varabilmektedir..

Kimisi de, herkes gibi, tıpkı her insan gibi, yaratılıştan potansiyel olarak getirdiği/kendisine “bahşedilen/ verilen” şu kabiliyetlerin, aslında birer “emanet” olduğu, gerçekte, onlara sahip de olmadığı, sadece sahib-i yed olduğu/uhdesine verildiği/kullanımına bırakıldığı bilincine/şuuruna intikal edip, bir rahat-ı ruh sağlığı içinde, onlara en güzel, en doğru, en verimli /en sağlam, nasıl bir şekil verebilirim /inkişaf ettirebilirim/ geliştirebilirim konusuna yoğunlaşmakta, “iddiasız bir sanat” yolunu tercih etmektedir.

Üstad Hazretleri, bu konudaki teşhisini/tanısını, hem de asıl “kör noktamızı” ve ona bağlı tedavi/çözüm yolunu/kurtuluş reçetesini ise Muhâkemât’ında şu gelecek şekilde ortaya koymaktadır.

“Kaide-i taksimü’l-a’mali muktezî olan hikmet-i İlâhiyenin dest-i inayetiyle beşerin mahiyetinde ekmiş olduğu istidadat ve müyulatla, şeriat-ı hilkatin farzü’l-kifayesi hükmünde olan fünun ve sanayiin edasına bir emr-i manevî vermişken, sû-i istimalimiz ile o istidattan tevellüd eden meyle kuvvet ve meded verici olan şevki, bu hırs-ı kâzib ve şu re’s-i riya olan meylü’t-tefevvuk ile zayi edip söndürdük.. 

Elbette isyan eden, Cehenneme müstahak olur.. 

Biz de, bu hilkat denilen şeriat-ı fıtriyenin evamirine imtisal edemediğimizden, Cehennem-i cehil ile muazzeb olduk.. 

Bu azaptan bizi kurtaracak, taksimü’l-a’mal kanunuyla amel etmektir. 

Zira seleflerimiz, taksimü’l-a’mâlin ameli ile cinân-ı ulûma dâhil olmuşlardır...”

Yani kısaca diyor ki Üstâdımız, hem bir yaratılış kanunu, hem de fenlerin, sanatların, ilimlerin tahsili noktasında mânevî bir emir hükmünde olan, birilerinin yapmasıyla diğerlerinin üzerinden sorumluluğu / mesuliyeti kaldıran, her insanın mahiyetinde, Cenab-ı Hakk’ın, hikmet eliyle ekmiş / koymuş/yerleştirmiş olduğu şu potansiyel kabiliyetler ve meyiller/arzuları, gerçek mahiyeti itibariyle tam bir yalancı bir hırs, hem de gösterişin /nümâyişin ta kendisi olan, müzmin /tedavisi gerçekten çok zor/hatta bazıları hakkında imkânsız olan, şu başkalarına üstün gelme, en iyi kendisi olduğunu izhar etme/gösterme belâsı/hastalığı yüzünden zâyi edip kaybettiğimizi, bu yüzden de tam bir cezaya müstehak olduğumuzu, o da bizi Cehalet’in Cehennemi’nde yakıp kavurduğunu, bu azaptan tek kurtuluş/necât/çıkış yolunun da ancak bir alanı esas tutup “ihtisaslaşma/uzmanlaşma ile mümkün olabileceğini, elimizdeki örnekleriyle, geçmiş İslâm âlimlerinin, müçtehidlerinin buna riâyet ettikleri için, kendi sahalarında o kadar başarılı olduklarını, kaynak/literatüre geçebilen şu orijinal eserleri, ilimleri meyve verdiklerine dikkatlerimizi çekip, tam anlamıyla bir “kör nokta” tahlili yaptıktan sonra konuyu yine şöylece bağlar. 

“Bir şahıs, çok fenlerde meleke sahibi ve mütehassıs olamaz. Ancak ferîd bir adam, dört veya beş fenlerde mütehassıs olabilir.. Umuma el atmak, umumu terk etmek demektir. Bir fende meleke, o fennin suret-i hakikiyesidir. Onunla temessül etmek gerektir. 

Zira bir fende mütehassıs ve malûmat-ı sairesini mütemmime ve meded verici etmez ise malûmat-ı perişanından bir suret-i acibe temessül edecektir.

Çaresi odur ki: Bir fenni esas tutup sair malûmatını avzen ve zenav gibi yapmaktır.”

Kısaca; kişinin ihtisas/uzmanlık alanı ve diğer konulardaki malûmat / bilgilerini, ideal anlamda/olması gereken şeklini, tıpkı, küçük küçük akarsu kaynakları ve onların beslediği büyükçe bir göl ya da havuza teşbih eder. 

Konuyu/mevzuyu, bir tarihte, yine İlahiyat Fakültesi’nde okurken, Fıkıh /İslâm Hukuku’nda değerli, hem de birikimli bir hocamızın, hemen her konuda/alanda/disiplinde konuşmayı kendine âdet edinmiş, hemen her konuda konuşma selâhiyet, hem de yetkisini kendisinde görebilen, tıpkı, fitili henüz ateşlenmiş, her an patlamaya hazır bir el bombası misâli, aşırı öz güvenli/özgüven patlaması yaşayan, başka bir hocamız hakkındaki şu “haklı serzenişi” ile itmâm etmekle noktalamak istiyorum.

O hocamız ise şöyle diyordu:

“Yahu hocam, no’lursun bir karar ver artık; lütfen!.. 

Lütfen, rica ediyorum...

Sen Eğitimci misin; yoksa Fıkıhçı mı; yoksa Hadisçi misin; veyahut Tefsirci mi; ya da Tasavvufçu musun!?... 

Bi’ karar ver ki, biz de, hele ona göre, şöyle bir yerimizi, hem de mekânımızı, bir de haddimizi bilelim...”

Okunma Sayısı: 1578
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı