Şu son gündemde, şu son günlerde, şu “lisan-ı siyasette” sarf edilen ve çokça tekrar edilen “anahtar” bir cümle oldu: “Namazın kazası olur; ama seçimin kazası olmaz…” diye. Sonrasında da, malûm olduğu üzere, hemen, siyasî onay ve de tasdikler geldi şu ülkedeki en yüksek otorite tarafından…
Müslümanlar ve İslâmiyet için, İslâm dini bakımından, hem de İslâm Tarihi açısından, adeta, bir ölüm kalım, bir var olma savaşı, mücadelesi olan, şu en çetin, şu en şiddetli savaş addedilen Bedir Harbi’nde, -savaş esnasında namaz kazaya bırakılabileceğine dair fetva olduğu, cemaatle namaz kılmak da, sadece şu “sünnet” olduğu hâlde- Hz. Peygamber, bırakın şu namazı kazaya bırakmayı/bıraktırmayı, sırf, sahabenin şu “cemaat sevabından” mahrum kalmamaları adına, savaşan şu 300 kişiyi iki gruba ayırmış, bir grup iki rekât kılıp ayrılmış, sonrasında ise ikinci grup gelip, namaza dâhil olmuş ve namazlarını tamamlamıştır.
Sıfffîn Savaşı’ındaki, Hz. Ali (ra) karşı savaşı kaybedeceklerini anlayan Hz. Muaviye ve taraftarlarının, siyaset dâhisi kabul edilen Amr bin As’ın teklifiyle, kendilerine yapılan hücumdan korunmak için, hileli bir harp taktiği olarak, şu mızrak uçlarına Kur’an sayfalarını geçirmiş olmasına kadar götürebileceğimiz Günümüz Siyasal İslâmı, yukarıdaki sözüyle, aslında, her ne kadar şu eski ve kadîm gömlek “değiştirilmiş” olsa da, yeni gömleğin, bir şekilde kendilerine dar geldiği, ölçülerinin kendilerine tam da uymadığı, şu yeni biçiminin kendileriyle pek de mütenasip olmadığı anlaşılan, ara sıra yine şu “eski gömleğe” olan hasretle, yine ona öykünüldüğünü gösteren, hâlen, şu “seçimi” aslında bir “cihat” ve şu rakiplerini de, tırnak içinde “düşman” görme alışkanlığı ve de algısını terk etmemiş gözüküyor…
Üstad Hazretleri, Birinci Dünya Savaşı’nda, şu Doğu Cephesi’nde, Bitlis, Muş ve Erzurum’un kurtuluşu için, fedakâr talebeleriyle, gönüllü alay kumandanı olarak Ruslara karşı en zor, en çetin ve şu en imkânsız şerâit altında savaşırken, at üstünde, ölüm tehlikesi yüzde yüz olduğu hâlde, sipere dahi girmeye gerek duymadan, adeta kendini feda ederek, Kur’ân’ın şu en ince, en derin, en dakik nüktelerini, anlamlarını beyan ettiği şu harika İşârâtü’l- İcâz tefsirini, üstelik de Arapça olarak telif etmişti.
Emirdağ Lâhikası’nın sonunda, “Umum Nur Talebelerine” verdiği şu “Son Ders”te, bu “acip” ihlâsı nereden ders aldığı ile ilgili soruya verdiği cevapta, birinci olarak, yukarıda zikredilen Bedir Harbi’ndeki, şu kâinatın yaratılış sebebi olan Hz. Peygamber (asm)’in şu “emsalsiz” uygulamasını, ikinci olarak da, Hz. Ali’nin, düşmanlarının çokluğundan dolayı (ve çokça namaz kıldığından), kendisine karşı şu düşmanları tarafından bir hücum olabileceği endişesi ve de düşüncesiyle, namazdaki huzurunun bozulmaması adına Cenab-ı Hak’tan bir koruyucu ifriti talep etmesini nazara verir.
Ne dersinizdi; şu “seçimi kazanma adına” namazı kazaya bırakmaya açıktan, açıkça fetva veren, seçimi en büyük “cihat” addedip, karşısındakileri düşmanlaştırıp, hâlen şu “illet-zillet ittifakı” olarak gören, gösteren, seçimi şu namaza “takdîm” ve de “tafdîl” eden Günümüz Siyasal İslâmı, şu seçim sonuçlarını gördüklerinde “mahcûbiyet”in de, aslında, yaşanması, yaşanılması, şu “mütehassis” olunması gereken en “insanî” bir “duygu”, hem de “tahassüs” olduğunu acaba hissedebilecekler midir?... Kim bilir!...