Okumanın ihtiyacındandı, ihtiyacıncaydı yazılan bütün o kitaplar..
Belki de düşünmenin, düşüncenin…
“Düşünmek”, her insanda vardı.
Belki de, “düşünmek”, bütün insanlık kadardı.
Veya, insanlar sayısınca “düşünen” vardı.
Ama “düşündürmek” ise, “az bir kimseler”e hastı..
Aralarında fark ise, yalnız, “mütefekkir” ile “müfekkir” kadardı…
“Düşündürmek”, düşünmeden daha çok “düşünceye sâhip olmayı” gerektiriyordu..
“Kendine âit” bir “düşünceye” sâhip olmayı.
Belki de, “düşünceye âit kendin olmayı..”
“Orijinal” olmayı..
Sonra da, onu, kendine has “yeni bir üslupla” dile getirmeyi, ifade etmeyi,
Ortaya koymayı..
Eskiler, “üslûb-u beyân, ayniyle insan” demişlerdi.
Bir filozof da: “Gökkubbe altında, ‘söylenmedik’ söz yoktur;
Fark, yalnız ‘üslûb-u beyân’ iledir..” diyordu.
“İfâde-i merâm” da, ancak “üslûb-u beyânla” olurdu..
“Üslûp”, veya “Tarz-ı İfâde”, o insanın zevki, kabiliyeti kadar, karakterini de yansıtırdı..
Belki de, insanın karakterinin sağlamlığı, “orijinalliği” kadardı..
Taklitten, yapmacıktan, kompleksten, kaprislerden uzak olduğu, durduğu kadar..
İnsanın, kendisi olduğu, olabildiği kadar..
İnsanın, kendisi olması,
Daha doğrusu, kendisini bulması, olduğu şekliyle kendisini ortaya koymasıydı üslûp.
Üslûp, belki de, bir “karakter” problemiydi..
“Problem”in çözümünceydi, üslûbunun parladığı, parlaklığı insanın…
Öyleyse; “Üslûp”, kendini aramanın, ne olduğuna varmanın, kendini fark etmenin,
“Farkını” ortaya koymanın, belki biraz da kendini “fark ettirme”nin çabasıydı..
“Farklı olmanın açık farkını” yakalama çabası..
Belki de, “sürüden ayrılma” çabası..
Kendini gerçekleştirme, kendi ayakları üzerinde dik durma, durabilme çabası..
Başkalarından, ayrıldığınca, ayrılabildiğinceydi “Üslûp”.
İnsanın, kendini bir çeşit yakalama çabası..
Başkalarından olan farkını ortaya koyabildiğinceydi gerçekliği,
“Gerçekleştirdiği” kendini insanın..
Belki de, “Risale”nin üslûbuna, bu gözle bakılmalıydı..
Bir de, kelimelerine, cümlelerine, cümle yapılarına, âhengine…
Makâmın, konunun kabiliyetinceydi, üslûbun parlaklığı, parladığı..
“Mânâ” esastı; “kelimeler” ise “elbiseler”di.
Elbiselerin “çeşitliliğince”ydi, mânânın zenginliği..
“Hüsün”, “cemâl”, hem de “güzellik” gibi..
“Ecel”, “mevt”, bir de şu “ölüm” gibi..
Ya da, “sehl”, “âsân”, ve sanki “kolay” gibi…
Demişti; “Kâmus”u neden “hıfz ettiği” sorulduğunda:
“Kâmus, her kelimenin ‘kaç mânâya’ geldiğini yazıyor;
Ben de, bunun aksine olarak,
‘Her mânâya’ kaç kelime kullanıldığını gösterir bir ‘Kâmus’ vücûda getirmek merâkına düştüm…”
Hem, Muhâkemat isimli eserinin Unsûru’l- Belagat’ında:
“Üslûptan muradım, kelâmın kalıbıdır ve sûretidir.
Başkalar, başka diyorlar..
Üslûp merâtibi, pek mütefâvittir (değişkendir/başka başkadır)
Bazan, o kadar latîf ve rakîkdir ki, ‘nesîm-i seher’den daha aheste eser..
Bazan, o kadar gizli oluyor ki, bu zamanın harbinin diplomatlarının desâis-i harbiyelerinden daha mestûrdur..
Bir diplomatın kuvvey-i şâmmesi lâzımdır ki, ‘istişmam’ edebilsin..” diyordu.
Sonra, Lemeât’ın üslûbunda:
“Şu kâfiyesiz, nazımsız kitapta, en âlî hakikatlere, en müşevveş bir libas giydirdim.
Evvelâ, daha iyisini bilmezdim; yalnız, ‘mânâ’yı düşünüyordum..
Sâniyen, cesedi, ‘libâs’a göre yontmakla ‘rendeleyen’ Şuârâ’ya tenkîdimi göstermek istedim..
Külâh, püskülsüz olur; vezin de kâfiyesiz olur; nazım da kâidesiz olur..
Zannımca; lafız ve nazım, sanatça câzibedar olsa, nazarı kendiyle meşgûl eder.
Nazarı, ‘mânâ’dan çevirmemek için, ‘perişan’ olması daha iyidir..
Şu eserimde; üstâdım, Kur’ân’dır; kitâbım, hayattır; ‘muhâtabım’, yine benim..
Sen ise ey kâri, ‘müstemi’sin.. (Dinleyicisin)
Müstemiin, tenkîde hakkı yoktur; beğendiğini alır, beğenmediğine ilişmez..” diyordu.
Bence, “Risâle”nin üslûbunun “farklılığı”nı, bundan daha güzel ortaya koyan bir cümle, bir ifade olamazdı.
“Risâle”nin “farkı”nı, bu cümlede aramak, bir de “anlamak” gerekirdi..
“Risâle”yi anlamanın ölçüsü, yine kendisindeydi..
Belki de, bizim yanlışımız;
Onu, kendi ölçülerimizle
Ya da başkalarının ölçüleriyle,
Biraz da “ölçümleri”yle tartmak,
Anlamaya çalışmak,
Bir de “anlatmaya” olan çabamızdı..
Eksik, noksan, ve de sığ ölçüleriyle…
Şiirimsi
Olamaz ki, mikyas, mum ışığı, gündüzün güneşinde
Sığmaz ki, o koca bulut, bir desti, ya da bir yağmur tanesinde
“Şems”in ölçüsü, “güneş”tedir..
Başka ölçülere sığmaz ki, gidenleri çok olsa,
Gidilse de peşinde…
Güneşi, “şems”ten sormak lâzım;
Odur ona mikyas, ölçü, ve de mîzan..
Ondan hâriç, ne varsa muhîttir, kuşatır
Kalır hepsi, zıllınde, gölgesinde..
“Güneş”, kendine “gölge” yapmaz..
“Vazgeçilmez” tutkusu..
“Gölgesizlik” peşinde…