Tuttum, ele geleni, birkaç sözle anlattım.
“Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” atasözü ile girmek istiyorum konuya. Olur ya, sürç-ü lisan ederiz.
İnsan, yaptığı yanlış tercihler ya da doğru bildiği yanlışları yüzünden kendisini çevresinden izole edip yalnızlığa, ilgisizliğe mahkûm edebiliyor.
Şu bir vakıa ki çoğu zaman, insanın -iyilik zannıyla- kendi kendine yaptığı fenalığı hiç kimse yapmıyor.
Bir türlü baş edemediğimiz “ben” var ya, şu ben meselesi, bir gün oluyor, bencilleşen insanın havasını alıyor; var sandığı itibarını yerden yere çalıyor.
Hâlbuki zahire göre, önce her şey sütliman. Ceket, kolumda; her şey yolunda.
Kavilikse, âdeta, dalgakıranlı liman.
Hep böyle gideceği, şakşakların devam edeceği zannediliyor.
Ne gezer.
Bir kimsenin nasırına bas da “Hanya’yı, Konya’yı” gör!
“Bir dokun bin âh işit” deyiminde olduğu üzere neler söylerler, neler; “dost” markalı kimseler.
Bu davranış karşısında, önce ürkersin; ardından da kükrersin.
Gel gelelim, kim duyar?
“Ağır taşı ne yel alır ne sel alır” sözünü boşa söylememiş atalarımız.
Yani o köşe taşı insanlar; “Tutarlı, ölçülü, ağırbaşlı, temkinli kimselerin toplumda belli bir yeri, saygın kişilikleri olur. Bu meziyetleri sebebiyle, onlara kimse ilişmez” demek istemişler.
Demişler demesine de, ben o adam olursam!
Demek bir kimsenin kıymeti, kameti kadar oluyor. Kamet sâkıt olunca kıymetten de çaptan da düşüyor âdemoğlu.
Dünyanın halısı, kilimi işte, böyle.
Zaman geliyor, öyle bir hâl oluyor ki: O an, arkana dönüp baktığında, Timur’un Fil’i meselesinde olduğu gibi, “arkam” dediğin kimselerin arkanda olmadığını; sırra kadem bastığını görüyorsun.
Fakat, ben... Hani, sen... Ama, fakat, lâkin, şey…
Ne dersen de. Atı alan Üsküdar’ı geçtiğine göre dostum, benim sözüm banadır:
Ey nefsim!
Bu yalnızlık, bu yanlışlık yalnız senin eserin. Çünkü sen, seni, seninle izole ettin; yalnızlığa ittin.
Ve şakşakçıların önünde, dile düştün; seğirttin!
Kendi düşen adam, gözü de çıksa pabuç bırakmaz, ağlamaz görünürmüş.
Evet.
Hani, ene var ya ene…
Sahne aldı, gene!