Bediüzzaman Said Nursî, Münazarat adlı eserinde çok dikkat çekici bir tesbitte bulunur:
“İnkılâb-ı siyasî cihetiyle dininden havf eden adamın dinde hissesi, beytü’l-ankebut gibi zayıf düşmüş cehalettir, onu korkutur; taklittir, onu telâşa düşürttürür. Zira itimad-ı nefsin fıkdanı ve aczin vücudu cihetiyle, saadetini yalnız hükûmetin cebinden zannettiğinden; kalbini, aklını da hükûmetin kesesinden tahayyül eder, korkar.” 1 Yani, içtimaî, siyasî veya sosyal değişimlerden dolayı “Acaba dinimiz elden mi gidiyor?” diye korkan bir insanın bu endişesi, aslında dininin değil, kendi imanının zayıflığının bir göstergesidir.
Bediüzzaman’a göre, “Hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hadisatın tazyikatından kurtulabilir” 2
Çünkü hakikî mü’min bilir ki her şeyin dizgini Allah’ın elindedir. Ne bir yaprak Allah’ın izni olmadan düşer, ne de bir devlet veya cemaat O’nun iradesi dışında bir adım atabilir. O hâlde mü’minin huzuru dış şartlarda değil, imanında gizlidir.
Toplumda sıkça rastlanan bir hâl var: Her siyasî değişimde, her hükûmet değişikliğinde bazı insanlar telaşa kapılıyor. “Acaba dinimiz zarar görecek mi, değerlerimiz yok mu olacak?” diye endişeleniyorlar. Bugün yalnızca siyaset sahasında değil, dinî yapılar içinde de benzer bir zaaf görülüyor. Oysa bu endişe, esbaba (sebeplere) fazla değer vermekten kaynaklanıyor.
İnsan saadeti hükûmetin cebinde, huzuru ekonominin seyrinde, cemaatin istikbalini bir şahısta ararsa, o şartlar değiştiğinde elbette sarsılır. Çünkü saadeti dış dünyada aramıştır. Halbuki iman, saadeti kalpte ve Allah’a teslimiyette bulur.
Risale-i Nur’da saadet ve emniyet şöyle tarif edilir: “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.” 3 Kim Allah’a dayanır, O’na güvenirse hiçbir olay karşısında telaşa düşmez. Çünkü bilir ki: “Esbab, bir perdedir... iş gören, kudret-i Samedaniyedir.4
Bu ölçü hem siyasî hem manevî hayat için geçerlidir. Sebepler birer perdedir; hakikî tesir sahibi yalnızca Allah’tır. Ancak insan, sebeplere verdiği tesir nisbetinde endişeye kapı aralar.
Bugün halk arasında “Falanca olmasa ekonomi düzelmezdi.” denildiği gibi, bazı dinî çevrelerde de “Filanca zat olmasa iman hizmeti biterdi.” sözleri duyuluyor. Hâlbuki “falanca kişi”, Allah’ın kudretine sadece bir perdedir. O giderse Allah başka bir sebep halk eder. Çünkü hakikî kudretin sahibi insan değil, Allah’tır. Elbette bu anlayış, sebepleri inkâr anlamına gelmez. Mü’min hem çalışır hem de neticeyi Allah’tan bilir. Güçlü kurumlar kurmak, düzenli cemaat yapıları oluşturmak, hikmetle idare etmek elbette önemlidir. Ancak gelen hayrı onlardan değil, Allah’tan bilmek gerekir. Zira Allah, izzet ve azameti gereği sebepleri yaratmış; fakat onlara gerçek tesir gücü vermemiştir.
İman zayıfladığında insan hem devletten hem cemaatten korkar; iman kuvvetlendiğinde ise yalnız Allah’tan korkar.
O hâlde bugünün mü’minine düşen, şahıslar veya sistemler üzerinden huzur aramak değil, imanını tahkikî hâle getirmektir.
Gerçek emniyet; güçlü ordularda, zengin ekonomilerde ya da büyük yapılarda değil, Allah’a dayanmakta ve tevekkülde gizlidir. Tevhidde saadet vardır; şirk ve sebeplere güvenmekte ise korku, azap ve endişe.
Dipnotlar:
1-Münazarat, s. 12; 2-Sözler, s. 314;
3-Sözler, s. 284; 4-Sözler, s. 390.