"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Irkçılık otoriter rejimlerden beslenir

Dr. Ömer ERGÜN
06 Kasım 2025, Perşembe 00:31
Irkçılığın beslendiği, geliştiği ve serpildiği rejimler, tek partili rejimlerdir. bir de ulus devleti anlayışı gereği, dominant ırk yüceltilip kutsallaştırılarak dinin yerine ikame edilmeye çalışılıyorsa, bu durum hastalığın alevlenmesi için bulunmaz ortamlar hazırlar.

ARAŞTIRMA-İNCELEME: TERÖRE ÇÖZÜM ARAYIŞLARI - İÇ VE DIŞ UNSURLARIN ZORLAMASI - 4
Dr. Ömer Ergün - Dicle Üniversitesi

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olarak dinî sembollerin öne çıkarıldığı bir atmosferde kurulmuş bir cumhuriyettir. Bir Cuma günü Kur’ân hatimleri indirilerek, dönemin kurtuluş savaşına da katılmış âlim ve fazıl insanların dualarıyla ve kurbanlar kesilerek açılmıştır. Ancak Cumhuriyet olarak kurulmasına rağmen 1946’ya kadar tek partili bir rejim olarak varlığını devam ettirmiştir. 1950’lerden itibaren çok partili sisteme geçilmiş, ancak 2000’li yıllara kadar askerî darbelerin ve resmî ideolojinin etkisiyle askerî ve bürokratik vesayet, demokrasinin gelişmesini insanların anayasada tanınan hürriyetleri doyasıya ve yüksek dozda yaşamasını engellemiştir. 

Engelleme kimi zaman bürokratik vesayetle, devletin sahipleri olduğunu iddia edenlerce, kimi zamanda askerî bürokratların, memleket raydan çıktı, deyip yapmış oldukları sivil destekli, hürriyetlere ara veriyoruz anlamında, darbelerle olmuştur.  

Cumhuriyetin içini vatandaş eksenli, onun mutlu ve huzurlu yaşaması için gerekli tüm idarî yapılanmaları gerçekleştirerek dolduramadık. Vatandaşı rahatlatacak, hak ve hürriyetlerini rahat biçimde kullanabileceği vasatları, kurum ve kuruluşları, bununla birlikte mallarını ve haklarını garanti altına alabilecek hukuk devleti anlayışını gerçekleştiremedik. Kısaca demokrasiye geçemediğimiz için, vatandaşların, özellikle de ulus devlet anlayışı ile ötekileştirilmiş vatandaşlarımızın, temel hak ve hürriyetlerinin kullanılmasında birçok problem ortaya çıkmış ve bugüne kadar da birikerek, devasa bir yığın haline gelmiştir. 

Bilhassa problemli bölge olarak Güneydoğu Anadolu’da baskın nüfusu oluşturan Kürtlerin yaşama, mülkiyet, eğitim haklarında, düşünce ve ifade hürriyetlerinde, düşüncelerini yayma hakkında, din ve vicdan hürriyetlerinde, vs. birçok problem yaşanmıştır. Kimlikleri ve dilleri yok sayılmış ve baskı uygulanmıştır. 

OTORİTER ANLAYIŞ HER KESİME BASKI UYGULADI

Doğal olarak Kürtlere bu baskı uygulanırken, aynı gemide yaşayan Türklere de uygulanmıştır. Kimlik problemleri dışındaki diğer problemler Türkler açısından da söz konusudur. Tek parti döneminde din ve vicdan hürriyeti, düşünce ve fikir hürriyeti, basın hürriyeti, hukuk devleti anlayışının olmaması, dindarlar üzerindeki baskı, dinin ortadan kaldırılmasına yönelik çalışmalar bütün Türkiye genelinde uygulamaya konulmuştur.

Demokrasinin üçlü bir sacayağı vardır; hür seçimlerle oluşturulan meclis, hukuk devleti anlayışı, idarecilerin seçimle gelmesi ve seçimle gitmesi. İnsanlığın geliştirmiş olduğu, az çok bütün toplumların katkıda bulunduğu şimdilik en iyi olarak kabul edilen devlet idare biçimi, demokrasi olarak gözükmektedir. İnsanın duygu âlemi ve kabiliyetleri, yetenekleri hürriyet ve demokrasiyle, gelişim kaydedebilir, maddî manevî gelişme imkânı bulabilir. Kişi ancak hür bir ortamda insan olmanın gereği olan temel hak ve hürriyetlerini kullanarak, insanî bir hayat sürebilir.

Eğer demokratik bir düzen olmazsa, tek görüş, tek fikir, zorba ve tekelci bir anlayışın ürünü olan, otoriter ve totaliter yapılar hüküm sürer, temel hak ve hürriyetlerden mahrum, temel ihtiyaçlarını gidermeye özgülenmiş, “hayvanî” bir hayat söz konusu olur. Gücün hâkimiyeti söz konusu olduğundan, kanun hâkimiyeti söz konusu olmaz. İdarecilerin keyfi uygulamaları artar. İdareye hâkim olanlar, görüş ve fikirlerini dikte ederek, devleti yönetir. Zulümler, haksızlıklar artar, “güçlü olan her zaman haklıdır” mantığı işler. 

CUMHURİYETE GEÇTİK, AMA DEMOKRATİK SİSTEMİ KURAMADIK

İşte devletin idaresi anlamında, Cumhuriyete geçmemize rağmen, demokratik sistemi oluşturamadığımızdan dolayı, Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar bu topraklarda, hürce ve insanca yaşama problemlerinin çözülememesinin ve bunların zaman zaman ağırlaşarak yaşanmasından kaynaklanan, yine bu problemlerin günümüzde de çözülmemesi veya çözülememesinden kaynaklanan bir insan hakları problemi vardır. Yani, vatandaşlarda düşük dozlarda hak ve özgürlüklerinin yaşanmasından kaynaklanan yetersiz beslenme anlamında, travmatik yapısal bozukluklar söz konusu olmuştur. Demokrasiye geçemeyişimiz travmatik problemleri çözmede başarısız ve etkisiz kalmamıza yol açmıştır. Bu halin devamı problemlerin çözümünü de güçleştirmiştir. 

Tek partili dönemin baskıcı, despot, hukuksuz, zorbalığa dayalı uygulamaları ve sonradan gelen, darbe dönemlerindeki hukuksuz baskıcı uygulamalar, Kürt sorununun derinleşmesine ve vücutta virüs için uygun bir zemin hazırlanmasına sebep olmuştur. 

Çok partili dönemde ise Türkiye Cumhuriyeti, 2000’li yıllara kadar askerî ve bürokratik kurumların vesayetinde sivillerin siyaset yapma alanının çok kısıtlı olduğu bir cumhuriyet olarak yola devam etmiştir. Tek partili dönemde hiç olmayan sivil siyaset alanı, çok partili dönemde sınırlı ve kontrollü bir alana hapsedilmiştir. Böyle bir ortamda demokrasi, temel hak ve özgürlüklerle ilgili hâlâ gün yüzüne çıkmamış birçok hak ihlâli söz konusudur. Yani tek partili dönemde vücuda giren hastalık zamanla vücutta kendisine yer bulmuş ve çok partili dönemde ise görünür hale gelmiştir. Irkçılığın beslendiği, geliştiği ve serpildiği rejimler, tek partili rejimlerdir, hele bir de ulus devleti anlayışı gereği, dominant ırk yüceltilip kutsallaştırılarak dinin yerine ikame edilmeye çalışılması da, hastalığın alevlenmesi için bulunmaz ortamlar hazırlar.

Irkçılığın panzehiri hürriyetçi rejimlerdir

Bir ırk ne kadar kutsanır ve bu konuda vurgu yapılırsa, o toplumdaki sinmiş durumdaki ırkların ırkçılığını aktif hale getirmek için o kadar uygun bir zemin oluşmaktadır. Sosyolojik gerçekler ırkçılığın ırkçılıkla bastırıldığı ve yok edildiği bir gerçekliği bize göstermemektedir. Irkçılığın panzehiri adalet, eşitlik ve hür iradeyi esas alan hürriyetçi rejimlerdir. Böyle bir sistemi kuramadığımız müddetçe, “sivrisineklerin” hortumlarının ne kadar can acıttığını tartışmaktan ve “Toptan mı öldürsek, yoksa tek tek veya grup olarak mı öldürsek daha etkili olur?” polemikleriyle zaman geçirip problemi daha kronik boyutlara taşımaktan kurtulamayız. Yani evimizin içindeki sivrisinek üreten bataklık devamlı üretimde bulunacak ve hepimizi rahatsız edecektir.

Dini anlatan başta Peygamberimiz (asm) ondan sonra gelen, dini literatürde, müçtehid, müceddid olarak ifade edilen İslâm büyükleri, özellikle son devrin müceddid ve müçtehidi Bediüzzaman devletin var oluş nedenini, insana, vatandaşa, insanlığa hizmet olarak ifade etmiştir. Devlet, vatandaşının can ve mal güvenliğini sağlayan, maddî ve manevî kişiliğinin gelişmesi için gerekli ortamı hazırlayan bir tüzel kişiliktir. Vatandaşının rahatı ve huzuru için hizmet eden bir yapıya sahip olması gerekir. Demokratik hukuk devleti bunun gerçekleştirilmesi için güvenli bir idare biçimi olarak görülmektedir.

Vatandaşına hükmeden, emirler yağdıran, hayat tarzı dikte eden, nasıl düşünmesi gerektiğine ilişkin telkinlerde bulunan, telkinler kabul görmediğinde tepesine binen, her zaman horlayan devlet anlayışını din de, Bediüzzaman da kabul etmemektedir. Böyle bir devlet anlayışı ile Türkiye’de yaşayan insanlar kişiliksizleştirilmeye çalışılmıştır. Ayrı bir etnisiteden olan Güneydoğu’daki vatandaşlar da ötekileştirilerek ve asimile edilmeye çalışılarak, devletin buyurgan, sert, militer yönüyle muhatap olmuşlardır. Bu durum travmatik bir yapının oluşmasına zemin hazırlamıştır.

Bu anlamda Türkiye’nin demokrasisi ile ilgili olarak, güvenlik endişesi ve ikilemi yaşamadan, bütün kesimlerin üzerinde mutabakata vardığı, kendisini huzurlu hissettiği, yaşanabilir bir demokrasinin standartlarını acilen hayata geçirmemiz gerekir. 

Hak ve özgürlüklerin çekincesiz yaşandığı bir ülkede de ırkçılık ve terör hadiseleri yaşanabilir. Ancak, bunlar lokal ve etkisiz eğilimler olarak kalır. 

DİNİN YERİNE İKAME EDİLMEYE ÇALIŞILAN IRK ANLAYIŞI

Toplumlar için din sosyolojik bir gerçekliktir. Toplumun bir arada, birlikte var olması ve moral değerleriyle ayakta kalması açısından din birleştirici, bütünleştirici bir unsur olarak kabul edilmektedir. Nitekim modern sosyolojide, millet kavramı üzerindeki düşünceler incelendiğinde, üç ana kavramdan bahsedilir; aynı toprak parçasında yaşayanlar, aynı dine inananlar ve aynı dili konuşanların güçlü bir milliyeti oluşturduğu ifade edilir. Dolayısıyla modern sosyoloji, bir arada birlikte yaşayan insan grupları açısından, birlikteliği sağlayan kavramların, vatan birliği ve konuşulan dilin aynı olması ve aynı dine inanan insanların birlikteliğini önemli bir unsur olarak, millet kavramı içerisinde değerlendirmiştir. 

Ancak günümüz açısından bu üç unsurun da bir arada bulunduğu, yani yalnızca aynı ırktan gelenlerin bir arada olduğu, aynı dine inandıkları ve tümünün aynı topraklarda yaşadığı bir topluluk nadiren bulunmaktadır. Ekonomik sebepler, siyasal düşünceler, etnik problemler veya savaş gibi sebeplerle yaşanan göçler, ticaret, turizm, sömürgecilik vs. nedeniyle toplumlar, başka kültür, birçok etnik yapıdan ve dinden oluşan insanların bir arada yaşadığı,  heterojen hale gelmiş, karma toplumlar görünümüne bürünmüştür. Bunun sonucu olarak, millet kavramının unsurlarından tek bir unsurun bulunması, üçünün birlikte olmasına göre, zayıf da olsa millet kavramının oluşması açısından yeterli görülmektedir. 

Ayrıca din toplumun var olması ve bekası açısından da sosyolojik bir ihtiyaçtır. Eğer dini bir toplumun içinden çekerseniz yerini sosyolojik anlamda birleştirici bir özelliği olan diğer bir unsur ile doldurmanız gerekir. İşte Cumhuriyetin ilk yıllarında dine, kurumlarına ve uygulamalarına karşı modernleşiyoruz adı altında mücadele/savaş başlatılmıştır. Lozan antlaşmasında gizli maddelerdeki ifadeyle din yok edilmeye çalışılmıştır. Bunu yaparken de, dinin yerine ırkın üstünlüğü ikame edilmeye gayret edilmiştir. Güneş Dil Teorisi ve kafatası ölçümleri, ezanın Türkçeleştirilmesi, ibadetlerin Türkçe yapılması gerektiğine ilişkin zorlamalar, Latin harflerine geçiş, harf inkılâbı, Arap harflerinin kullanılması, yazılması ve okunmasının yasaklanması, başta Ayasofya olmak üzere, bazı camilerin kapatılması, 1924 Anayasası ile, devletin dininin İslâm olduğu maddesinin çıkarılması, hep bu manayı gerçekleştirmek için yapılmış uygulamalardır.

—DEVAM EDECEK—

Okunma Sayısı: 219
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı