M. Lâtif Salihoğlu kardeşimiz, geçenlerde “soyadları” ile alâkalı güzel bir şey yazmış. Gerçekten de, dünyada belki de başka hiçbir milletin başına gelmeyen hâller, bizim zavallı milletimizin başına gelmiştir.
Cumhuriyetin ilânından sonraki yirmi beş senelik fetret devrinde, milletin başına gelmeyen kalmamıştır. Milletin bütün değerlerine, mâzisine, ecdâdına, camiine, ezanına, Kur’ân’ına savaş açılmıştı. Bunlardan en garibi de, yüzyıllardır kullanılan unvan ve lâkaplar baltalanarak, saçma sapan soyadları ihdas edilerek milleti küçük duruma düşürmüşlerdir. Bazıları gerçekten Osmanlı’dan tevarüs eden soyadlarına münasip bir soyada sahib olurken, bazıları da maalesef, devrim yobazı şarlatanların hışmına uğramış, milletle adeta dalga geçerek, utanılacak, gülünecek soyadlar verilmiştir. Bunların bazı numunelerini Lâtif kardeşimiz yazmış. Biz de bir soyadı ile alâkalı yazı yazalım istedik.
Bizim soyadımız da, şükür Osmanlı zamanında kullanılan unvana münasip olarak verilmiş. Tabii dünya malına ehemmiyet verenler için güzel bir şey zenginlik, ama bizim sadece soyadımız zengin! Olsun varsın, biz hâlimizden memnunuz elhamdülillah. Dünya zenginliği lâzım değil; Allah ahirette bizi, cümlemizi ameli zengin olanlardan eylesin.
Aslında böyle bir yazıyı daha önceleri de yazmak istiyordum. Sebebi de, Mehmed Kutlular ağabeyime söz verdiğimdendir. Soyadımdan dolayı, Kutlular ağabeyle görüşmelerimizde, bize hep latife yapar, takılır: “Osman, şu zenginliğinden biraz da bize ver.“ Ve peşinden de, soyadımızın nereden geldiğini soruyordu. Ben de ona: “Ağabey, bunun uzun bir hikâyesi var, ben onu bir yazı olarak yazayım da, okursun inşaallah” demiştim. İşte, Lâtif kardeşin yazısı da buna vesile oldu.
Osmanlı zamanında unvan ve lakâplarla bilinirdi insanlar. “Pehlivanların Ahmed… Hafızoğlu Mehmed Hocanın oğlu İbrahim…” gibi. Araplarda ise; sondan başa, dede, baba isminden sonra çocuğun ismi ile anılır. Kerim’in babası Rauf, onun babası da Halid. Kerim’in unvanı: Kerim Rauf Halid’dir.
Soyadımızın hikâyesini, kırk sene kadar önce bana, babamın amcaoğlu Abdurrahim amca anlatmıştı. Yaşasaydı 100 yaşın üzerinde olurdu herhalde. Fakat anlattığı o hikâyeyi, ben daha sonra, bazı kitaplarda menkıbe olarak da okumuştum. Bazı insanlar tarafından da bilinen bir şey bu. Artık bizim hikâye mi menkıbe hâline geldi bilmem?
Osmanlı zamanında, bizim eski dedelerden biri (kaç kuşak önceyse artık), sağır ve dilsizmiş. Memleketlerinde de (Ermenek) o gibi insanlara “tat” denirmiş, hani özellikle Doğu Anadolu’da “lal” dendiği gibi. Unvan da ondan mebnî, “tatoğulları “olarak biliniyormuş. İşte o dedelerin neslinden gelen bir dedemize (tahminen 2-3 asır önce), bir gece rüyasında “Senin kısmetin Bağdat’tadır!” diye bir nida geliyor. Tabii dede, “Rüyadır, olur” diyor. Ama 7 gece boyunca aynı şey tekrarlanınca, bir sabah kalkıyor, hanımına azık ve çıkınını hazırlamasını söylüyor ve tutuyor Bağdat’ın yolunu. Tabii, o zaman Bağdat Osmanlı mülkü.
Artık, ne kadar zamanda geliyorsa, biraz da yorgun, aç filân, Bağdat’a ulaşıyor. Şehrin içinde, iki tarafı dükkân olan uzun bir çarşının, bir o başına, bir bu başına gidip geliyor, fakat ne kısmet var, ne nimet... Yerde bir üzüm tanesi görüyor, üflüyor, “Bismillah” deyip ağzına atıyor. (Ecdadımız üzüme de ekmek gibi hürmet edermiş). O arada, bir dükkân sahibi de, dükkânının önünde oturuyormuş, dedenin bu hâlini görüp, biraz da başka bölge insanı olduğunu sezince, eliyle işaret edip çağırmış. Dede gidiyor, selâmdan sonra hoş beş ediyorlar. “Nereden geliyorsun, hayırdır?” diyor dükkâncı. Dede de “diyar-ı Rum’dan” diyor (O zaman Arap âleminde öyle de vasıflandırılırmış Anadolu) ve başlıyor anlatmaya geliş sebebini. Adam diyor ki: ”Bu kadar mı? Yani sadece senin kısmetin Bağdat’ta dendi, sen de çıktın geldin, öyle mi?“ Dede: “Evet” diyor. Adam: “Be şaşkın, sadece bir kelimeyle çıkıp gelmişsin, ben de senin gibi bir hafta boyunca rüyamda gördüm. Bana da dediler ki; ‘Senin kısmetin Anadolu topraklarındandır. Adana vilayetinin Silifke sancağının, Ermenek kazasının Betlam (Bu coğrafî tarif, Osmanlı zamanında öyleymiş, birkaç sene önce Konya’ya bağlı iken, şimdi Karaman’a bağlanan Ermenek aynı, ama köyün ismi şimdi Tepebaşı) köyünde Tatoğlu falanca adamın evinin altındaki ahırın sağdan 3. direğinin altında bir küp altın gömülü, git al!‘ dendi. Böyle, ayan beyan söylendiği hâlde, ben gitmedim de, sen ne akılla sadece, ’Kısmetin Bağdat’ta’ denince çıktın geldin?” diyor. Ama adam bunları anlatırken, dede bir anda şaşırıyor. Adamın tarif ettiği kişi bizim dede. Anlattıkları gözünün önüne geliyor, ama vaziyeti de sezdirmiyor. “Ha, olur işte ne yapalım? Bize de öyle söylendi” deyip, hemen oradan ayrılıyor ve doğru memleketin, evin yolunu tutup geliyor. Hanımına başından geçenleri anlatıyor ve gece vakti herkes yatınca ona diyor ki: “İdareyi yak (yakıtı yağ olan lamba), kazma, küreği de al, ahıra iniyoruz.” Gerçekten de, adamın tarifine göre kazıyorlar ve bir küp altın buluyorlar.
Ondan sonra da; tabiî, zengin oluyorlar ve herkes onlara “Gani (zengin) oldular” diyor, unvanları da “Ganioğulları” olarak değişiyor. Aradan uzun zaman geçiyor, unvan da o şekilde devam ediyor. Cumhuriyet’ten sonra soyadı kanunu ilân edilip, unvanlar kaldırılınca bize de altınlar değil, ama “Zengin” soyadı miras kalıyor.