08 Ocak 2013, Salı
TÜRKİYE’DEKİ resmi nitelikli zevat ve onu kuşatan kamuoyu önderlerinin hukuk felsefesinden nasibini almamış bir ‘yasa devleti’ anlayışları mevcut.
Bu, kendi üzerine düşünemeyen, kendini tanımayan bir hukuk. Ve işin ironik yanı şu ki, durumu yasa artırarak veya yasa değiştirerek düzeltmeye yeltendikçe hukukun hukuku katli daha da artmakta. Çünkü herkesin bildiği gibi bu ülkede hukukun kendi iç özerk alanından, bakışından, ilkelerinden ve ahlakından söz etmek mümkün değil. Bizdeki hukuk, Cumhuriyet’in başından itibaren ‘misyoner’ nitelikte olup, olayları siyasallaşmış bir perspektif içinden okumaya eğilimli bir dünya görüşünü ifade etmekte. Söz konusu siyasallaşma ise siyasetin yargı üzerindeki etkisini değil; tam aksine bürokrasinin kendi ideolojisi çerçevesinde yargıyı siyasi bir yürütme organı gibi görmesinden kaynaklanmakta.
Bu sütunlarda, daha önceki yazılarımda değindim: Türkiye’de Cumhuriyet’in temel ilkeleri hiçbir zaman eşitlik, özgürlük, adalet olmadı. Toplumsal çeşitliliği ve değişimi dikkate almayı ima eden bu kavramlar, demokrat zihniyete tabi bir ahlak anlayışı geliştirmek için müsaitti. Ancak bizde Cumhuriyet’in ilkeleri laiklik, milliyetçilik ve devletçilik bağlamında ifade edildi. Böylece hiyerarşik, dinsel ve sabitleştirici bir ahlak anlayışı rejime egemen kılındı. Toplum ‘bilenler’ ve ‘bilmeyenler’ ya da ‘yararlı’ ve ‘zararlılar’ olarak ayrımlaştırıldı. Sonuçta toplum, doğası gereği ‘yararlı’ olduğu ve gerçeği ‘bildiği’ varsayılan bir zümrenin vesayeti altına sokuldu. Buna da Cumhuriyet dendi. Söz konusu rejimin değişmemesini sağlamak üzere de, kerhen razı olunan ‘demokrasinin’ anti demokratik olmasını sağlayacak bir hukuk üretildi.
Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar, teorik temelleri Locke ve Montesquieu’ye dayanan, 18. yüzyılda devlet otoritesinin kötüye kullanılmasına karşı bir güvence olarak ön plana çıkan kuvvetler ayrılığı ilkesinden hiçbir zaman hoşlanmamışlardı. Bilirsiniz, bizde, eski olmasına rağmen etkileri günümüze kadar süren bir zihniyet örüntüsünü formüle eden, Atatürk’ten kalma, ünlü “Biz bize benzeriz...” vecizesi var. Bu cümleyi Mustafa Kemal, 1 Aralık 1921’de TBMM’de yaptığı konuşmada sarf etmiştir. Hüseyin Avcı Bey’in başını çektiği muhalif İkinci Grup’un, kanunun yasama, yürütme ve yargı yetkilerini hükümetin elinde toplanmasına neden olduğunu yani, ‘kuvvetler ayrılığı’ değil ‘kuvvetler birliği’ ilkesine uygun olduğunu ileri sürmesi üzerine kürsüye çıkan ve 31 sayfalık uzun nutkuna başlayan Mustafa Kemal bir yerde şöyle der: “Efendiler bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir. Ve gerçekten kitaplarda var olan hükümetlerin, bilimsel mahiyeti bakımından, hiçbirine benzemeyen bir hükümettir. Fakat milli hakimiyeti, milli iradeyi oluşturan tek bir hükümettir, bu öze sahip bir hükümettir! İlmi ve sosyal noktadan bizim hükümetimizi ifade etmek gerekirse ‘halk hükümeti’ deriz! Bundan dolayı bu ve bu gibi yöntemlerle ve açıklamalarla hükümetimizin dayandığı temelin, ilmi çalışmaya dayanan bir temel olduğunu açık bir şekilde görürüz, fakat ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş! Efendiler biz benzememekle ve benzetmemekle övünmeliyiz! Çünkü biz bize benziyoruz...”
Bu sözler ve ardındaki zihniyet Cumhuriyet tarihi boyunca, en tepeden en alta toplumun her kesimine öyle beğenilmiş, öyle içselleştirilmiştir ki, ne zaman Türkiye’de demokrasi, insan hakları ya da hukuk sistemi eleştirilirse, cevap hazır: “Ama biz Avrupa değiliz, bizim darbeci ordumuz ve derin devletimiz var!”. Doğrudur: Padişahlığın sona ermesiyle, bu devlet, bu ülke içindeki birilerine karşı kurulmuştu. Ve nasıl kurulduysa o şekilde devam ediyor. Daireler değişiyor, yargıçlar değişiyor, iktidarlar değişiyor, rejim değişiyor, ama zihniyet bir türlü değişmiyor. Zira, zihniyet çok daha derindir, değişmesi güçtür, zaman alır.
Peki, bizler, Müslüman’ıyla laikiyle, sağcısıyla solcusuyla, azınlığıyla, Kürt’üyle Türk’üyle, Alevî’siyle Sünnî’siyle, ötekisiyle, hepimiz; bu zihniyetin mağduru ve karşıtı herkes, bu zihniyeti aşmak için ne yapabiliriz? Ne zaman, insan yaşamını, insan haysiyetini; dininden, mezhebinden, cinsiyetinden, milliyetinden, inanç ve düşüncesinden ayrı olarak, insanı sadece insan olarak kavramayı başarmaya çalışacağız ve herkesin, hepimizin eşit haklarını vicdanla savunabilmek için buluşacağız? Umarım bir gün, yargı sistemimizin ürettiği mahkeme kararlarını toplum olarak ciddi bir denetim altında tutacağız, eğer mümkünse gazeteler “hukuk sayfaları” yapacak, alınan kararlar o sayfalarda değerlendirilecek, gerek yasalara gerekse evrensel hukuk kurallarına uygunluğu mihenk taşına vurulacak ve sonunda “Biz bize benzeriz” vecizesinden kurtulacağız...
Prof. Dr. Garip Turunç
Zaman, 7.1.2013
Okunma Sayısı: 1183
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.