Yaratılmışlar içerisinde yalnızca; insanoğlu insan için nimeti verene karşı nankörlük vardır.
İnsanın yüzü olduğu halde, yüzsüzlüğü ile maruftur. Şimdi bu yüzsüzlüğünü artık aşikâre göstermekte ve söylemekte bir mahzur görmüyor bu insancık oğulları… “Bu zamanda fazla iyilik yapmak enayilik olur…” “Kime iyilik yaptıksak kötülük gördük…” v.s. Ama ehl-i iman olarak bizim bildiğimiz… İnsan gibi insan olarak “iyilik yap denize at, balık bilmezse Hâlık bilir…”
İnsan iman zafiyetine girdiği anda; fikriyatının ve zikriyatının, zihniyetinin tam aksi olan işleri, amelleri büyük bir iştah, istek ve memnuniyetle yapıveriyor. Ve üstüne üstlük de bu yaptıklarıyla övünerek, müdafaa vaziyetini takınabiliyor. Bunlara, böyle insanlara temenni duâmız vardır: Allah selâmet ve iz’ân versin.
Ehl-i imanın vazifesi büyük bir muhabbet ve sevmesi gereken Rabbinin muhabbetiyle, aşkıyla kalbini, ruhunu, zihnini doldurmasıdır. Bu kendisi için yetebilir. Ama bu muhabbetini taşacak kadar çoğaltabilir, arttırabilirsen başkalarının da gönlünde; gönlündeki muhabbetin akislerini, yansımalarını görebilirsin ve hayatında birçok örneklendirmelere de rastlayabilirsin.
Yok eğer “benim sevmekle, muhabbetle, hürmetle, saygı gibi âli/yüksek duygularla benim işim yoktur, olamaz da” diyorsan o zaman şu güzelim, ihsan ve ikram edilmiş hayat sana bir yılan olur ve ilk önce ve devamlı seni sokar. Korkunun/havfın hükmettiği çok hareketli bir hayatın olur. İstediğinle muamele görürsün.
Kuvvetli bir iman, tahkiki bir iman insanı daima saadete, hayra, güzelliğe, iyiliğe ve muhabbete/sevmeye götürür… Bize düşen vazife zor da olsa, imkânsız da olsa iyiliğin, güzelliğin, sevmenin yanında, içinde yer almaktır.
Elbette ki bu sevmeye menfaat ve egonun hükmettiği maddî sevmekler dahil değildir. İyilik yapalım, iyilik bulalım. Sevelim, sevilelim…