İ’lem Eyyühe’l-Aziz!
Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve ziynetleri Hâlık’ımızı, Mâlik’imizi ve Mevlâ’mızı bilmediğimiz takdirde, Cennet olsa bile Cehennemdir.
Evet, öyle gördüm ve öyle de zevk ettim. Bilhassa, şefkatin ateşini söndürecek, marifetullahtan başka bir şey var mıdır? Evet, marifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi, Cennete bile iştiyak geri kalır.
İ’lem Eyyühe’l-Aziz!
Dünyada cereyan eden ve husûle gelen her bir şeyin iki vechi vardır:
• Biri ahirete bakar ki, nefsü’l-emirde en sabit, en ağır bu vecihtir.
• İkincisi dünyaya, nefsine ve hevaya bakar. Bu vecih, hakaret, hiffet ve zevalden öyle bir mevkidedir ki, kalbin teessürüne, teellümüne, ıztırabına, düşüncelerine bâis olacak bir kıymette değildir.
İ’lem Eyyühe’l-Aziz!
İnsanların öyle eblehleri vardır ki, şeffaf bir zerrede şemsin timsalini veya bir çiçeğin renginde şemsin tecellisini görse, şemsin o timsal ve tecellisinden hakikî şemsin bütün levazımatını, hatta âleme merkez olmasını ve seyyarata olan cezbini talep edip isterler. Maahâzâ, o zerrede veya o çiçekte gördüğü timsal ve tecellinin bir arızadan dolayı kayboldukları zaman, basar ve basiretinin körlüğü dolayısıyla, hakikî şemsin inkârına zehab ederler.
Ve keza, o eblehler tecelli ile husûle gelen vücud-u zıllîyi vücud-u hakikî ve aslîden fark edemezler, birbiriyle iltibas ederler.
Bunun için, bir şeyde şemsin timsalini, gölgesini gördükleri zaman, şemsin hararetini, ziyasını ve sair husûsiyatını da istemeye başlarlar.
Ve keza, o eblehler, sinek, böcek ve sair küçük ve hasis şeylere bakarken, onlarda pek yüksek bir eser-i sanat ve hikmet görmekle derler: “Sâni’ bunlara pek fazla ehemmiyet vermiştir. Bir sineğin ne kıymeti olabilir ki, bu kadar masraflara, külfetlere mahal olsun?”
Arkadaş! Bu gibi eblehleri ikna ve işkâllerini def’ için dört şeyin bilinmesi lâzımdır:
Birincisi: Cenab-ı Hakk’ın rububiyetinin kemaliyle alâkadar olan her şey O’nu tavsif eder; fakat o şeyin, rububiyetine mazhar olduğu münasebetiyle, kemalinin de mahall-i tecellisi olur. Fakat o kemal ile muttasıf olamaz.
İkincisi: Her şeyden Cenab-ı Hakk’ın nuruna bir kapı açılır. Bu kapılardan birisinin kapanması, gayr-i mütenâhî sair kapıların da kapanmasını istilzam etmez. Fakat hepsinin bir miftah ile açılması mümkündür.
Üçüncüsü: İlm-i muhitten in’ikâs eden kader, her şeyde esma-i nuriyeden bir hisse tersim etmiştir.
Dördüncüsü: “Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, O’nun işi sadece ‘Ol!’ demektir, o da oluverir.” [Yâsin Sûresi: 82.]
“Sizin yaratılmanız da diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” [Lokman Sûresi: 28.]
Bu âyetlerin sarahatine göre, her şeyin vücudu “Kün!” emriyle bağlı olduğu gibi, bütün eşyanın icad ve sonradan ihyaları bir nefs-i vâhidenin icad ve ihyası gibidir. Demek, icad Cenab-ı Hakk’a isnad edilirse, bu kadar rahat ve kolay olur, amma esbaba veya eşyanın kendilerine isnad edildiği zaman, bütün ukalânın ve eblehlerin hükümlerinden neş’et eden muhâlâtı kabul etmeleri lâzım gelir.
Mesnevî-i Nuriye, Hubab, s. 118
LÛGATÇE:
bâis olmak: Sebep olmak.
basar: Görme.
cezb: Çekme, çekilme.
esbab: Sebepler, vasıtalar.
iltibas: Birbirine benzeyen şeyleri şaşırıp karıştırma.
in’ikâs: Aksetme, yansıma.
Mâlik: Her şeyin gerçek sahibi olan Allah.
marifetullah: Allah’ı tanıma; Allah’ı isim ve sıfatlarının tecellileriyle anlama, bilme.
Mevlâ: Her şeyin gerçek ve mutlak efendisi olan Allah.
miftah: Açan alet, anahtar.
nefs-i vâhide: Tek şey.
nefsü’l-emir: İşin hakikati, aslı.
Sâni’: Her şeyi sanatlı olarak yaratan Allah.
sarahat: Sarihlik, açıklık.
seyyarat: Gezegenler.
şems: Güneş.
tersim: Resmini çizme, resmini yapma.
vücud-u hakikî ve aslî: Gerçek ve asıl vücut.
vücud-u zıllî: Gölge vücut; yansıma ile oluşan varlık.
zehab: Bir fikre veya zanna kapılma.