Harb-i Umumî’de Rus’un esaretinden kurtulduktan sonra İstanbul’da iki üç sene Dârü’l-Hikmet’te hizmet-i diniye beni orada durdurdu. Sonra Kur’ân-ı Hakîm’in irşadıyla ve Gavs-ı A’zam’ın himmetiyle ve ihtiyarlığın intibahıyla İstanbul’daki hayat-ı medeniyeden usanç ve şaşaalı hayat-ı içtimaiyeden bir nefret geldi. Dâüssıla tabir edilen iştiyak-ı vatan hissi beni vatanıma sevk etti. Madem öleceğim, vatanımda öleyim diye Van’a gittim.
Her şeyden evvel Van’da Horhor denilen medresemin ziyaretine gittim. Baktım ki sair Van haneleri gibi onu da Rus istilâsında Ermeniler yakmışlardı. Van’ın meşhur kalesi ki dağ gibi yekpare taştan ibarettir; benim medresem onun tam altında ve ona tam bitişiktir. Benim terk ettiğim yedi sekiz sene evvel o medresemdeki hakikaten dost, kardeş, enis talebelerimin hayalleri gözümün önüne geldi. O fedakâr arkadaşlarımın bir kısmı hakikî şehid, diğer bir kısmı da o musibet yüzünden manevî şehid olarak vefat etmişlerdi.
Ben ağlamaktan kendimi tutamadım. Ve kalenin tâ medresenin üstündeki, iki minare yüksekliğinde, medreseye nâzır tepesine çıktım, oturdum. Yedi sekiz sene evvelki zamana hayalen gittim. [...]
O vakit ehl-i dünyanın haline çok taaccüp ettim: Nasıl kendilerini aldatıyorlar? Çünkü o vaziyet dünyanın tam fânî olduğunu ve insanlar da içinde misafir bulunduğunu bilbedahe gösterdi. Ehl-i hakikatin mütemadiyen “Dünya gaddardır, mekkârdır, fenadır; aldanmayınız” demeleri ne kadar doğru olduğunu gözümle gördüm. Hem insan nasıl cismiyle, hanesiyle alâkadardır; öyle de kasabasıyla, memleketiyle, belki dünyasıyla alâkadar olduğunu kendim de gördüm. Çünkü ben vücudum itibarıyla ihtiyarlık rikkatinden iki gözümle ağlarken, medresemin yalnız ihtiyarlığı değil, belki vefatından dolayı on gözle ağlamak istiyordum. Ve o şirin vatanımın yarı ölmesiyle, yüz gözle ağlamaya ihtiyacım vardı.
Rivayet-i hadiste vardır ki, her sabah bir melâike çağırıyor: “Lidû lil-mevti ve’bnû lil-harâbi.” Yani, “Ölmek için tevellüd edip dünyaya gelirsiniz; harap olmak için binalar yapıyorsunuz” diyor. İşte bu hakikati kulağımla değil, gözümle işitiyordum!
Lem’alar, s. 377-379
LÛGATÇE:
bilbedahe: açıktan, aşikâr olarak.
Dârü’l-Hikmet: Osmanlı’da 1918-1922 yılları arasında şeyhülislâmlığa bağlı olarak faaliyet gösteren, İslâm akademisi hüviyetinde ilmî kuruluş.
dâüssıla: vatan özlemi.
ehl-i dünya: dünya ehli, ahireti düşünmeyip bu dünyaya gönül bağlamış olan.
mekkâr: düzenbaz; aldatıcı, hileci.
mütemadiyen: sürekli, devamlı olarak.
rikkat: hassaslık, acıma, müteessir olma hâleti.
taaccüp etmek: şaşmak, hayret etmek.
tevellüd etmek: doğmak.