Hürriyeti sû-i tefsir etmeyiniz; tâ elimizden kaçmasın ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın. (HÂŞİYE) Zira, hürriyet müraat-ı ahkâm ve âdâb-ı Şeriat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk ve neşv ü nemâ bulur. Sadr-ı evvelin, yani Sahabe-i Kiramın, o zamanda âlemde vahşet ve cebr-i istibdat hükümferma olduğu halde, hürriyet ve adalet ve müsâvâtları bu müddeaya bir bürhan-ı bâhirdir. Yoksa hürriyeti sefahet ve lezaiz-i nâmeşrua ve israfat ve tecavüzat ve hevâ-i nefse ittibâda serbestiyetle tefsir ü amel etmek; bir padişahın esaretinden çıkmakla ve alçakların istibdadı ve esaret-i rezilesinin altına girmekle beraber, milletin çocukluk istidadını ve sefih olduğunu gösterdiğinden, paralanmış olan eski esarete lâyık ve hürriyete adem-i liyakatini gösterir. Zira sefih mahcurdur. Geniş ve müşaşaa olan yeni hürriyet-i şer’iyeye adem-i liyakat –zira çocuğa geniş olmaz– şanlı olan ittihad-ı millîyi bozulmuş ve müteaffin olan hâlât ile fena bir hastalığa hedef edecektir. Zira ehl-i takva ve vicdanın tefsiri böyle değil. Mezhebi de muhalif olacaktır. Biz millet-i Osmaniye erkeğiz; kamet-i merdâne-i istidad-ı milliyemize kadınların libası gibi süslü sefahet ve hevesat ve israfat yakışmıyor. Binaenaleyh, aldanmayalım. “Safa vereni al, keder vereni bırak.” kaidesini düsturu’l-amel yapalım. Şöyle ki:
Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyeye yardım edecek noktaları –fünun ve sanayi gibi– maalmemnuniye alacağız. Amma medeniyetin zünub ve mesâvîsi olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyie ki, ecnebîlerde mehasin-i medeniye-i kesîresiyle muhat olduğu için çirkinliğini o kadar göstermiyor. Biz ise aldığımız vakit sû-i tâli’ cihetiyle ve sû-i intihap tarîkıyla müşkilü’t-tahsil mehasin-i medeniyeti terk edip, çocuk gibi hevâ ve hevese muvafık zünub-u medeniyeti kesbettiğimizden, muhannes gibi, yani kadınlaşmış erkek gibi veya mütereccile gibi, yani erkekleşmiş kadın gibi oluruz. Kadın erkek gibi giyinse maskara olur. Erkek kadın gibi süslense muhannesliktir, yakışmaz. Mert ve âlîhimmet, zîb ü ziverle müzahref cilveli hanım gibi olmamalı.
Elhâsıl: Zünub ve mesâvî-i medeniyeti, hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten seyf-i Şeriatla yasak edeceğiz; tâ ki medeniyetimizin gençliği ve şebâbeti, zülâl-i aynü’l-hayat-ı Şeriatla muhafaza olsun. Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki, onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini muhafaza ettiler. Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyette neşv ü nemâ bulduğu için, iki cihetle sarılmak zarurîdir.
HÂŞİYE: Evet, daha dehşetli bir istibdatla pek acı ve zehirli bir esareti bize içirdiler.
Eski Said Dönemi Eserleri, Nutuk, s. 92
LÛGATÇE:
adem-i liyakat: lâyık olmama.
bürhan-ı bâhir: açık ve büyük delil.
cebr-i istibdat: zorla baskı altına alma.
mahcur: kısıtlı; kendine ait olanı dilediği gibi kullanmaktan kanunen men edilmiş.
müraat-ı ahkâm: hükümlere riayet etme, uyma.
müsâvât: eşitlik.
müteaffin: bozulmuş, çürüyüp kokuşmuş.
sefih: kendine ait olanı nereye harcadığını bilmeyecek kadar aptal olan, akılsız.
zünub ve mesâvî-i medeniyet: medeniyetin fenalıkları, kötülükleri, günahları.
zülâl-i aynü’l-hayat-ı Şeriat: Şeriatın, İslâmiyetin hayatlandıran, hayat verici suyu.