Görmezden gelsek, yok saysak... Haksızlıklar ortadan kalkar, her şey düzelir, zulümler biter, acılar diner mi acaba?
Ölümü inkâr etmekle ondan kurtulacağımızı sanıyoruz. İnsanlığımız tehlike altında.
Hadi... başımızı kuma soktuk.. uyumuş da görmemiş duymamış gibi yaptık. Aklımızı güzelce uyuşturduk, kalbimizi kilitledik, vicdanımızı da susturduk! Peki, yüreğimizdeki yangınlar söndü mü?
Masum ve mazlumların feryatlarını, ‘yalancıktan, rol icabı bağırıyorlar’ diyerek duymazdan geldik. ‘Bana dokunmuyorsa, daha beter olsunlar’ dedik. Oh, ne kadar rahatladık(!) Ya, kendimizi kandırıyorsak! Ya, bir rüya görüyorsak!
“KORKMA! KARŞILA VE YÜZLEŞ”
“Dönmüyor” desek de, “dönüyor” desek de; dünya durmuyor dönüyor, ömür geçiyor. Gerçeklerden kaçış mümkün değil.,
Rabbimiz düşünmemizi emrediyor. “(Onlar) Kur’ân’ı hiç düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üstünde kilitler mi var?” (Muhammed suresi, 24)
“İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar” buyuran Peygamberimize (asm) selâm olsun!
Acaba ‘ölüm sekeratı uyandırmadan evvel’ uyanmak, gerçeklerle yüzleşmek mümkün mü? “Bütün gelecekler yakın”sa; akıl gözüyle kendi ölümümüzü görmek zor olmasa gerek.
Çünkü “gözünü kapayan yalnız kendine gece” yapıyordu. Gerçekleri ne kadar gizlesek de; bir gün ortaya çıkıyordu.
Öyleyse formül “Korkma! Karşıla ve yüzleş. Gözünü aç, gerçekleri gör. Düşün, anla ve gerekeni yap” olmalıydı.
“CANAVARLAR ZAMANI”
Ehl-i dalalet gerçekten sayı olarak az, zayıf ve korkak iken; safdil iyi insanları çeşitli hile ve desise ile kandırıp kendisine taraftar yapıyordu.
Hatta ‘dinde hassas muhakeme-i akliyeden noksan’ safderunların taassubunu işleterek kendisilerine duâcı yaptırıyorlardı.
Kimilerini korkutuyor, kimilerini mal, makam, şöhret ve şehvet damarlarından yakalayarak etrafında topluyordu.
Küçük küçük nemrutçuklar, firavuncuklar doğuyor; yıkmak kolay olduğu için tahribatları onları güçlü gösteriyordu. Kimilerini ‘ceberrut-u mutlaka’ ile sindiriyor, kimilerini ‘rüşvet-i mutlak’ ile susturuyordu.
Zaman, menfaat üzerine dönen “canavarlar zamanıydı.”
Böylece; az iken çoğunluğu elde ediyor ve kader hükmü ekseriyete göre veriliyordu. Bir dönem yıldızları parlıyor, sonra -Kur’ân’ın tabiriyle- ‘boş kütükler gibi savrulup gidiyorlar’dı.
AKIBET İNANANLARINDIR!
Allah (cc) imtihan gereği zafer ve mağlubiyeti gece ve gündüz gibi; insanlar, kavimler, ülkeler arasında değiştiriyordu.
Herkesin bir hesabı olduğu gibi; Allah’ın da (cc) bir hesabı ve hesap günü vardı. Arzî ve semavî felâket ve musibetlerle azgınları cezalandırdı. Uzak zannettikleri ölüm, onları ansızın yakalayıverirdi. Makam ve zenginlikleri bir fayda vermezdi.
***
Masum ve mazlumlar ise, ellerinden gelen her şeyi yaptıktan sonra; Yüce Allah’a tevekkül içindeydi. Mü’minler fiilen ve duâ vasıtasıyla birbirlerine yardım ediyorlardı.
İnanıyorlardı ki; küfür devam eder, fakat zulüm devam etmezdi. Her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı olduğu gibi; bu günlerde geçecek hak ve hakikat güneşi doğacak, küfrün ve zulmün koyu karanlıkları dağılacaktı.
Çünkü Allah’ın (cc) vaadi haktır. O hakîm ve rahîmdir, şefkatli ve merhametlidir. İyiliği ve adaleti emreder. Zerre kadar iyiliği de, kötülüğü de karşılıksız bırakmaz. Zalime mühlet verir ama; adaleti ve mazlumun hakkını asla ihmal etmez. O’nun her şeye gücü yeter. O en büyük ve en yücedir. Ve sonunda dönüş O’nadır.
Amenna ve saddakna!