"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

MUSIKÎNAS MEHMET KEMİKSİZ: Sanatçı, topluma tepeden bakamaz

09 Aralık 2013, Pazartesi
Musıkişinas Mehmet Kemiksiz: “(Sanatçının) Toplumdan çok kopuk bir noktada durup topluma yukarıdan bakmasını doğru bulmuyorum. Siz sanatkârsanız eğer, toplumun biraz önünde durursunuz. Bir-iki adım, yani el mesafesinde ve elinizi uzattığınız zaman topluma değersiniz. Gerçek sanatla meşgul olan insanlar toplumun biraz önünde yürümeliler ve topluma yön biçmeliler.”

Size musıkî yolunu açan ve bu yolda ilerlemenizi sağlayan etkenler nelerdi?
Çocukluktan itibaren ailemizde başta babam olmak üzere sürekli sesli Kur’ân-ı Kerîm ve Mevlid okunurdu. Bugün Kur’ân-ı Kerîm’i bilen anne ve babaların imtina ettikleri kaçındıkları bir konu bu. Elbette evde sesli Kur’ân-ı Kerîm okumanın sevap tarafını tartışmıyoruz, o ayrı bir şey. Evlerinde Kur’ân-ı Kerîm’i sesli okuyan insanların en büyük kazançları çocuklarının kulaklarına Kur’ân alfabesini yerleştirmiş olmalarıdır. Bunu yapabildikleri takdirde o kulaklar bu tadı hayatı boyunca hep arıyor. Altını çizerek bunu özellikle belirtmek istiyorum. Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde hoca olan rahmetli Ruhi Özcan’ın fakülteye gittiğim zaman okuduğum bazı yazıları vardı. Diyor ki; “İmkân olsa da bir evin her odasına ses tertibatı döşense ve kısık ayarda sabahtan akşama kadar sürekli Kur’ân-ı Kerîm okunsa!” Kur’ân-ı Kerîm’in sadece manası okunduğunda anlaşılabilen bir kitap olduğunu düşünmüyorum ben, acizane kanaatim budur. Okurken manasını hiç anlamayanlar için de birçok anlam ifade ediyor ve tesiri var. Cahiliye Arapları vahiy geldikçe ve Kur’ân tilâvetlerini duydukları zaman çıldırıyorlardı. Çünkü onlar anlamlarını da anlıyor ve biliyorlardı. Kur’ân alfabesi bizim ana dilimiz değil, lâkin Kur’ân’ın o mu’cize dediğimiz insanları çarpan yönünden dolayı lâfzıyla da bizi çarpıyor, etkiliyor ve etkilemeye de devam edecektir.

Ve mutlaka bunun desteklenerek hatta beslenerek yapılması devam ettirilmesi gerektiğini düşünüyorsunuz. Çünkü siz de bunu hayatınızda örnek olarak yaşadınız öyle değil mi?
Bizzat kendi çocukluğum böyle geçti. Bizim evde haftanın iki günü Pazartesi akşamı ve Cuma akşamı mutlaka Yasin, Mülk Sûresi okunur. Hem de kızlar erkekler koro halinde okurlar. Yeni bilinçlenen aydınlanan toplum söylevleri bana çok hikâye gibi geliyor. Biz aydınlanmıyoruz aslında o bakımdan. Benim babam İmam Hatip Lisesi, İlahiyat Fakültesi mezunu değildir. Hatta ilkokul mezunu da değildir ve okuma yazma da bilmiyor! Ama bu insanların hayata, inanca, inanç felsefesine bir bakış açıları var ve “Ne yaparsam bu çocuk hangi ruh dünyasına yakın olur!” diye derin bir düşünce yapıları var.

Burada ‘Hikmet’ noktasına değiniyoruz sanki biraz! Akademik anlamda eğitim mutlaka alınmalı, fakat bu da her şey değil. Zira ezberci eğitim ve anlayışın biraz daha üzerine çıkıp daha bir hissederek, dokunarak ve yaşayarak mı okumak gerekiyor. Günümüzde hayatı okumak, anlamak, yaşamak ve hissedebilmek noktasında akademik çıtalar biraz eksik mi kalıyor?
Şimdi eleştirel tarafıma geçtim ister istemez siz böyle konuşunca. Güzel Kur’ân-ı Kerîm okuyan bir hafızın tilâvetini kaç tane akademisyen dinliyor sizce?! Bizim akademisyenlerimiz, özellikle de teoloji, İlahiyat akademisyenlerimiz dinin uygulama alanlarına yönelik pek faaliyette bulunmuyorlar. Onlar sadece ‘Devlet Planlama Teşkilâtı’ gibi çalışıp proje üretme, kitap çıkarma derdine düşüyorlar. Oysa dini hayatın da Kur’ân okumamanın da bir pratiği vardır. Ve Kur’ân-ı Kerîm’in halk tarafından benimsenmesinin de bir pratiği vardır. Okuyucuların içerisinde muhtelif üniversitelerde tefsir, hadis, kelâm, fıkıh vs. hocası olanlar mutlaka tepki gösterirler, ama ben bunları göğüslemeye de razıyım! Bugün Süleyman Çelebi’nin ‘Mevlid’inin İstanbul’da hiç duymadığımız bölümleri bizim köyümüzde okunuyor hâlâ. “Çünkü ol mahbub-i Rahman ü Rahim / Kıldı dünyayı cemaliyle naim.” Ben bu güfteyi daha altı yedi yaşında Allah rahmet eylesin bizim köyün yaşlılarından, amcalarımızdan duymuştum. Ve çok bilinmeyen, okunmayan bir bölümdür bu. Ya bunlar o değerler ile günümüze taşınmasaydı!

Şimdi bu cümle ile ne mesaj vermek istiyoruz? Siz bildiğiniz kadarını toplum içerisinde tekrar etmezseniz ve hep mükemmelini beklerseniz, o mükemmel oluncaya kadar toplumun bazı katmanları ondan nasipsiz giderler. Toplumlar sosyal hayatlarını tanzim edemezler. Toplumu bir akan nehir olarak düşünün, onun bir geçmişi vardır, arkasında bir yığın tarihsel dokümanı vardır. Yukarıda biri otursa ve ahkâm kesse “musıkî haramdır” diye. Peki çocuğunu uyuturken ne söylüyorsun kardeşim? Demek ki realite öyle değil. Peki son yolculuğumuza ne ile uğurlanıyoruz? ‘Sala’ ile uğurlanıyoruz! Siz istediğiniz kadar proje üretin “O günah, bu yasak” deyin, onların ikisi de müziktir. Günde beş vakit ezan okunuyor, musıkînin âlâsı! Ezan rüya ile ihdas edilmiştir biliyorsunuz. Efendimize (asm) anlatılan bir rüya! Ama orada dikkat edilecek bir şey var, rüyayı gören başka birisi, ama Efendimiz (asm) dönüp Bilâl’e “Sen oku” diyor. Rüyayı görene “Oku ve uygula” demiyor. Burada Efendimizin  (asm) üstün bir bediat, (hayret verici güzellikte) sanat ve estetik anlayışının olduğunu görüyoruz. Çünkü Hz. Bilâl’in mükemmel ve yanık bir sesinin olduğu herkes tarafından biliniyor. 
 
Sanatın bütün dalları; musıkî hatta, hat tezhibe, tezhip minyatüre bağlı. Hepsi birbirini beslemiş ve bu anlamda medeniyetimizde de çok fazla yer bulmuştur. Sanat kişide ne gibi değişiklikler gerçekleştirir?
Günümüzde görsel sanat diye tabir edilen beş duyu ile hissedilebilen sanatları estetik anlamda gördüğümüz zaman bizim gözümüze hitap ediyor. İlk teması kuran gözün kalp ile bağlantısı vardır aslında. Kalpte ve beyinde bir tesir ettiği için biz ona tekrar dikkat edip bakıyoruz. Musıkî ise kulak yolu ile kalbi besleyen bir etkidir. Etki diyorum, çünkü musıkînin iki tane unsuru vardır. Ya etkilenirsiniz ya da etkilersiniz. Bunun ikisini birden yapabiliyorsanız mükemmelsiniz. Ama birini bile yapabiliyorsanız çok iyisiniz demektir. Kur’ân-ı Kerîm okumak da buna dahildir. Kur’ân-ı Kerîm okuyan insan “Ben biraz sevap kazanayım bugün Kur’ân okuyarak!” diye düşünürse bunu elbette tartışmam ben. Ama benim bildiğim şu ki, kendin etkileniyor musun okuyuşundan? Eğer etkileniyorsan o Kur’ân sende icrai faaliyette bulunuyor demektir. Musıkî de, ezan da aynen böyledir. Rahmetli Yusuf Gebzeli Hoca Üsküdar Yeni Cami’nin müezzinliğini yaptığı dönemde sabah ezanlarını okurken insanlar o meydanda çakılı kalırlarmış. Ve pek çok kişinin vapur kaçırdığı olurmuş bu yüzden. Dolayısıyla bunun insanda bir akse sebep olmaması mümkün değildir. Düzgün ve kuralına göre okunuyor ise, güzel sesli bir insan okuyor ise etkisi yüzde yüz var. Ama oranı kişiye göre değişir tabiî ki!

Musıkî adına halihazırda devam eden çalışmalarınızdan bahsedebilir miyiz biraz?
Allah uzun ömür, selâmet, sağlık ve afiyet versin. Hep duâ ediyorum onun için. 1992 yılında ben derslerine intisap ettiğim zaman İlhan Tok Hocam ile Kur’ân-ı Kerîm talimine başladık. Hocasından meşk ettiği şeyleri 1998 yılına kadar bize aktardı. 1999 yılından sonra da o çalışmayı bendenize bıraktı. Üsküdar’da her yıl Pazar sabahları İstanbul’un pek çok cami görevlisi ve hafızı gelip meşke katılıyor. Düzenli olarak yapılıyor bu çalışma. Hocamın bana emri olarak telâkki ettiğim bir çalışma ve devam ettiriyoruz. Bunun dışında Bolu’da dört sene boyunca güzel sesli görevliler ile bir araya gelerek orada da dinî musıkînin muhtelif formlarını öğrettik. Meselâ Enderûn Teravihi Bolu’da uygulanıyor şu anda. Sadece talim üzerine okuduğunuz bir Kur’ân-ı Kerîm ile üzerine bir de musıkîyi katarak okumanız arasında etki anlamında çok fark vardır. İşte biz de bu etkinin peşindeyiz ve bunun çalışmasını yapıyoruz. Albüm ve televizyon çalışmalarımız da devam ediyor tabiî ki.

Musıkî sanatına dair hizmet anlamında resmî makamların dikkat etmeleri ve yapmaları gerekenler şeyler nelerdir?
Devlet kademelerindeki insanların yanlarında hangi tür sanatçıları bulundurdukları ve kimler ile gittikleri yerlere iştirak ettikleri çok önemli. Çünkü halk buna bakıyor ve diyor ki, “Benim cumhurbaşkanımın, başbakanımın, belediye başkanımın, valimin yanında şu sanatçı vardı, buna teveccüh gösteriyor. Demek ki böyle olmalı!” diyor ve zihinlerinin altına bunlar yerleşiyor. Bunun için toplumun idarecileri halka gösterdikleri vitrindeki insanlarını çok dikkatle seçmek durumundadırlar. Öyle gelişigüzel insanı örnek gösterip cımbızla tutup toplumun önüne çıkaramazsınız. Çünkü sizin o cımbızladığınız adam iki gün sonra meşhur oluyor ve yetmezmiş gibi toplumun örneği oluyor! İnsanî ilişkilerde gayet medenice yaklaşılabilir, ama bir idealimiz olması gerekir. Bu ideal bütün müziklerin kaynaklarının ‘din’ olduğu gibi, din idealidir. Dinî ideallerdir, inanç idealleridir. Diğer taraftan bakıldığında Batı müziğindeki klâsik formaların bir tanesi bozulmadan bu güne kadar gelebiliyor, ama bizim müziğimiz gelemiyor! Çünkü medeniyet mirası eserlerimizin altına Batı müziğini döşeyip sonra da,“ Biz bunu gençlere sevdirmeye çalıyoruz” diyoruz. Önce aslını bir sun, onu seven bir sevsin. Bizim müziğimiz Batı enstrümanları ile örülecek olan bir hadise değildir. Yapılamaz mı? Yapılabilir elbette. Ama bir kültür idealin ve kültür iddian varsa işte o zaman yapılamaz! Eski eserlerimizde, Dede Efendi’nin, Itri’nin bir eserinde düzenleme yapmaya kalkarsanız eğer, olmaz. Aslolan halka sunulmayıp bunlar sunulduğu için çok rağbet görüldüğü söyleniyor maalesef ki. 2008 de TRT1’de musıkîşinas, neyzen Ahmet Şahin ile birlikte, sahur programında beraberce Temcit okumaya başladığımız zaman; “Bu çok ağır bir şey, bunu kim dinleyecek ki!” dediler. Beş-on gün sonra bir konuğumuzun sözü uzayınca Temcit okunmadan ezana girildi ve insanlar telefona sarıldı “Neden Temcit okunmadı?” diye. Oysa ki hepsi on gün boyunca okumuştuk sadece. Ve o günden sonra da Türkiye’nin gündemine Temcit girdi. İşte bu çok güzel bir örnektir…

İyi olan ötelenirken kötü olan sürekli sunularak insanların ruhuna yerleştiriliyor. Medeniyet anlamında bir vazgeçişi de beraberinde getirmiyor mu bu tercihler?
İngilizler klâsik edebiyatlarına dair ne varsa şu anda ilkokullarında okutuyorlar ve bütün İngiliz çocuklar da bunu anlıyor. Ama biz yirmi sene önce vefat eden dedemizin konuştuğu lâfı anlayamıyoruz! 

Kendi medeniyetinin mezar taşını dahi okuyamayan bir nesiliz maalesef ki!
Evet... Hani biz Farsça, Arapça bilsin demiyoruz, bundan geçtik. Osmanlıca Türkçesini ne okuyabilen ne dinleyebilen insanımız kalmadı. Dolayısıyla da bizim ciddî kayıplarımız, erozyonlarımız, sarsıntılarımız var. Türk müziğinin yapılamadığı yasak olduğu dönemden gelen bir müzik var. Sürekli geriye takılarak “Şöyle olmuştu, böyle olmuştu, o yüzden böyle oldu” sorgusu değil! Bugün bize düşen ciddî bir sorumluluk var. Hem bilinç, hem doğru müzik, hem de müzikteki titizlik açısından “Ben sanatçıyım, müzik üretiyorum” diyen kişinin toplumla müsavi olması benim yadırgadığım bir konu. Tarağın dişi gibi toplumla aynı seviyede kalması o sanatçının verimli olamadığının işaretidir. Toplumdan çok kopuk bir noktada durup topluma yukarıdan bakmasını da doğru bulmuyorum. Bu ikisine de dair örnekler şu an Türkiye’de mevcut. Dış mimari de bir sanattır. Her açıdan ve bakımdan söylüyorum bunu. Siz sanatkârsanız eğer, toplumun biraz önünde durursunuz. Bir-iki adım, yani el mesafesinde ve elinizi uzattığınız zaman topluma değersiniz. Gerçek sanatla meşgul olan insanlar toplumun biraz önünde yürümeliler ve topluma yön biçmeliler. Ayrıca, toplumun eğitimli olması da toplum içerisindeki sanatkârların daha titiz çalışmasına neden olur. Bir de bizim ses çıkaran insanlarımız, müezzinlerimiz, imamlarımız var. Müezzin minareye sesini verdiği anda Yahudisi, Hıristiyanı, dinlisi-dinsizi herkese hitap ediyor. İşte o adamın düzgün ses çıkartması lâzım. Ne kadar imkân var ise kullanılmalı ve düzgün bir şekilde icra edilmeli yapılan iş. Bilhassa ‘Selatin Camiler’ dediğimiz toplumun tarihle bağını kuran abidelere bakıldığı zaman çok ciddiyetle seçilmesi lâzım bu görevlilerin. Beş tane, on tane lisan bilmesine gerek yok, bir tane ezanı düzgün okusun yeter! Bir toplumun medeniyetini yok etmek diye bir derdiniz varsa, önce geleneksel müziğini dejenere edersiniz. Ondan sonra her tarafından kokuşmaya başlar toplum!

Toplum olma, birlikte olma şuurunu yapılan çalışmalar da bir şekilde yaşatıyor değil mi?
Aynı kaptan beslenirseniz eğer, çok farklı, alternatifli şeyler düşünseniz dahi dönüşünüz yine aynı kaba olur. Mevlid geleneğimiz son zamanlarda şu ya da bu şekilde yok oluyor. Sebeplerine girersek çıkamayız. Bizim ülkemizde beş altı lisanda mevlid okunuyordu. Sadece Süleyman Çelebi’den bahsetmiyorum. Arapça, Kürtçenin birkaç lehçesinde ve Boşnakça okunuyordu! Peki noldu şimdi bu lehçelerin okuyucuları, insanları? Nereye kayboldular? İlla ‘herkes Osmanlıca terkipler ile konuşsun, Arapça konuşsun’ demiyoruz. Gelenek böyle bir şeydir. Rusya’nın eskilerinden bir şairin şiirinde geçtiği için sarayda bir ikonu yıkmamışlar yıllarca. Çünkü; “O ikonu kaldırırsak o şiir anlamsız kalır!” diyor bir Rus yazar. Şiir anlamsız kalmasın diye ikon yerinde duruyor. Biz genelde önce kaçırırız, sonra geri getiririz kemiklerini, sonra üzerine mezar taşı yapar ve methiyeler dizeriz. Geçen sene Hollanda’da bir ziyaretimiz oldu. Adamlar koskoca sarayı götürmüşler ve orada yeniden kurmuşlar. Binanın içinde saray duruyor! Ben girince şok oldum. On beş metrelik mermer sütun nasıl olur da Türkiye’den oraya gider, kocaman mermer sütun! Hiçbir yerinden bölünmemiş. Buradan paketlemişler orada yeniden inşa etmişler. Hatta Ahmet Şahin’in paylaşmış olduğu bir mihrap fotoğrafı vardı, Almanya’da bir müzede çekmiş. Konya’daki Beyhekim Mescidi’nin Mihrabı orada sergileniyor şu an. Önünde saatlerce durup kendimden geçtim. Almanya nere Konya neresi? İnsanın medeniyet anlamında içi acıyor bu örnekler ile. Osmanlı sarayında on yedinci-on sekizinci yüzyılda okunmuş olan Ali Ufkî Bey’in, -Klâsik Türk musıkîsi bestekârı- ‘Bobowski’ diye bilinen meşhur elyazması ‘Mecmua-i Sâz ü Söz’ adlı eserlerin tutulduğu defter Türkiye’de değil, İngiltere’de British Müzesi’nde şu anda. Mikrofilmleri oradan Türkiye’ye getiriliyor. Pek çok Ramazan ilâhileri var ve albüm yapıldı onlardan. Yıllar sonra ilk kez ortaya çıkan şeyler ve dörtyüz-beşyüz yıl öncesine götürüyor sizi. “Bu benim tarihim ve medeniyetimdi” diye dokunuyorsunuz onlara...

Melek Şafak
[email protected]
Okunma Sayısı: 2520
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı