Bu meseleye bir soru olarak başlayacak olursak, mesela: “Aldanmışlık nedir?” sorusuna cevabımız, Bediüzzaman’ın dediği gibi: “‘Bir Allah (cc) var.’ deyip onun mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmektir” şeklinde olacaktır.
Meselenin temeline inecek olursak, mesele ikiye indirgenmiş olur. O da; 1- İnanmışlık, 2- İnanmamışlık.
İnanmışlıkla, inanmamışlığın mukayesesi imkansızdır. Zira; biri varlık öbürü yokluk, biri sorumluluk öbürü sorumsuzluk, biri ölü öbürü diri ve biri nur öbürü zulmet şeklinde anlaşılabileceğinden birbirlerine zıt olup kıymetleri ve farkları o derece ayrıdır ki, “eynessera minessüreyya”dırlar. Ancak bir mü’min, inancının muhtevasını isabetle tayın edemezse o da aldanmışlık durumuna düşer. Allah korusun şirk vs. gibi hallerle o felâkete maruz kalabilir.
Bence ehl-i iman için en acınacak bir durum da budur. Yani; inanmışken aldanmış duruma düşmek! “Bu nasıl olur?” denirse gerekçesini de arz edeyim.
Bir insan; inancının medlulünü ve muhtevasını isabetle tayin edemezse aldanmış duruma düşer. Mesela: Allah (cc)’nun zatını ve azametini idrak edemeyip ‘muhalefetü’n-li’l-havadis’ sıfatına rağmen mevcudata kıyas ederek şirke düşmek ki; Cenab-ı Allah (cc)’nun affetmeyeceği cinayetlerdendir. Yani idraksizliğinden –hâşâ– mahlûkata benzetmek ve bu kıyas-ı maalfârık olan meselede çıkmazlara girip Cenab-ı Allah (cc)’nun sıfatlarını inkar etmek. Tam da bu mesele için: “İdrak-i maâlî bu küçük akla gerekmez/ Zira bu terazi bu kadar ağır sıkleti çekmez” denilmiştir.
Bediüzzaman “İtminan-ı nefsime medar olacak, zulmeti dağıtacak şu ayetin nurundan dört şuaı göstermekle kör nefsime bir basiret vermek için yazılmıştır” deyip nefsinin bu gibi vartalarını düzeltmek için şu soruları sordurmaktadır.
“Ey nefsi-i nâdan! Diyorsun ki: ‘Ehadiyet-i Zat-ı İlâhiye ile külliyet-i ef’âli ve vahdet-i şahsiyetiyle muinsiz umumiyet-i rubûbiyeti ve ferdaniyeti ile şeriksiz şümul-ü tasarrufatı ve mekandan münezzehiyetiyle her yerde hazır bulunması ve nihayetsiz ulviyetiyle her şeye yakın olması ve birliği ile her işi bizzat elinde tutması hakaik-i Kur’âniyedendir. Kur’ân ise hakîmdir. Hakîm ise, akıl kabul etmeyen şeyleri akla tahmil etmez. Akıl ise, zâhirî bir münâfâtı [zorluğu ve zıddiyeti] görüyor. Aklı teslime sevk edecek bir izah isterim.’
Elcevap: ‘Madem öyledir; itminan istersen bizde Kur’ân’ın feyzine istinaden diyoruz: İsm-i Nur çok müşkülâtımızı halletmiş; inşaallah bunu da, halleder.’” deyip tek tek bunların ispatı ve izahı Nur isminin tecellileriyle yapılmıştır. (On Altıncı Söz, s. 222, yeni tanzim)
İman insanlığın saadeti, küfür insanlığın felaketi olmakla birlikte; mü’minin aldanması dahi küllî bir felaket olduğundan, hem İslâmlık hem insanlık için hakkın tebliğine manidir.
“Peki nasıl olmalı, biz Allah deyince ne anlayacağız?” denilirse kısa cevabımız: “Allah (cc); mahiyeti meçhul, mu’cizatıyla malum olan bir zat-ı nuranidir ve onun evsafı; Kur’an-ı Azîmüşşan’da kendini nasıl tavsif ettiyse öyledir. Eğer onları da aklın almıyorsa Risale-i Nurları oku, sana öğretsin.”