Rasyonalite, "akılcılık" diye tanımlanır. Fakat rasyonalist, “akılcı” geçinenlerin çoğunun, akıldan haberi yoktur. O halde onların güvendiği, onun uğruna her şeyi feda ettikleri ve her şey zannettikleri akıl nedir, işe oradan başlayalım.
İbn-i Arabi “Akıl; mutlak gerçek değil bir sınırlamadır” diye tanımlar. Demek akıl muhit değildir. İhata edemediğini belki de imate edip yok sayıyor veya kendine göre sınırlıyor, o da izafi oluyor.
Mesela uzay geometri, parelel ve meridyen daireler gibi... Yani uzayda, öyle çizgiler falan yok, saati ayarlayabilmek için farazi hatlar kabul edilmiştir. Yani bunlar hakiki değil, izafi gerçeklerdir. Veya su, yüz derecede kaynar denmiş. Halbuki her zaman değil, sadece deniz seviyesindedir o. Bilakis rakım yükseldikçe kaynama derecesi azalır. Demek bu derece kesin kabul edilen bir deney bile şartlara bağlıdır. Yani, mesele bir gerçeklikten ibaret değildir, daha nice gerçeklikler vardır.
Kaybettiğimiz denge unsurlarından birinin de, rasyonalite adına her şeyi varlık düzeyine indirgeyerek kavrayacağımızı zannetmemizdir. Aslında o bir kaybetmektir. Yani Rasyonalizm metafiziği fiziğe ve maddeye indireyim derken, elinden o ebedi cevheri kaçırıyor. Çünkü, Bediüzzaman'ın ifadesiyle onların kiminin eli, kiminin gözü mesken tutmaz; su, hava ve nur gibi... Yani havayı hissediyoruz fakat görüp tutamıyoruz. Nuru görüyor fakat yakalayıp idrak edemiyoruz. Bunların her biri hakikatin bürhanlarıdır.
Einstein'in de, İzafiyet Teorisi vardır fakat o varlık düzeyine indirmeden anlamaya çalışmış ve gerçeği tasdik etmiştir. Tarihte de, bir sürü çürütülmüş nazariyelerin varlığı mevcuttur. Bir bakıma tarih, çürütülmüş nazariyeler çöplüğü gibidir. Mesela: Lavoisier'in 'maddenin yok edilemeyeceği' tezini, Einstein'in “Kainatta bir milyon kere milyar km sahaya bir gram madde düşer, o da enerjiye dönüştürülüp biter” diye çürütmesi ki; o bir gram aklın, hem de bilim adamı sayıldığı halde bu lügazın sırrını çözmeye yetmediğinin delilidir. O halde bize çöplüğe atılamayacak gerçekler lazımdır. Onlar da, ancak peygamberlere gelen vahiyler, ilahi kitaplar ve gösterilen mucizelerdir. Fakat bu gerçeğin anlaşılması için mucizenin doğru tanımlanması gerekir. Öyle “tabiat üstü olaylar” gibi sorumsuz ve adressiz, adi tanımla bu iş olmaz. O halde mucize, “Bir yaveri Ekreminin, Halık-ı kainat tarafından tasdik edilmesidir” diye tanımlarız ve bunların rasyonalitede izahı zordur.
Mesela, ayın ikiye yarılmasını rasyonalite nasıl izah eder? Demek burda akıl sökmez. Zira bu terazi bu kadar ağır sıkleti çekmez.
Bu rasyonalite hastalığı, bilebildiğim kadarıyla İslam tarihinde belli başlı üç defa nüksetmiş ve üçünde de, o şok tedavi edilerek izale edilmiş ve aslına dönülmüştür.
Şöyle ki: Mucize olarak Allah (cc), Resulünü fiilen tasdik eder ve Mescid-i Aksa'yı Fahr-i Cihan (asm) Efendimizin karşısına getirir ve sorulan sorulara en ince teferruatına kadar cevap verdirir. Hz. Ebu Bekir de Mescid-i Aksayı iyi bilenlerden olduğundan, her sorunun cevabını, en doğru şekilde aldıkça, “Evet doğrudur ya Resulallah, evet doğrudur ya Resulallah" dedikçe gidip gördüğünün kesinliğini ilan eder. İşte bu hadise ve meydan okuma, alâ mele'in nas olduğu halde bunun, akılla değil imanla, basiret ve ferasetle anlaşılması gerekir. İşte bu hasletler o rasyonalistlerde yoktur. Bu muazzam ve muhteşem manzara karşısında insanların imanı yeniden coşar ve cayanlar tekrer geri döner. Böylece, bu işin rasyonalite işi değil mucize, yani Allah’ın (cc) kudret eseri olduğu anlaşılır. Güya rasyonalist olan Ebu Cehil'in bayramı da, böylece tam bir hüsrana döner.
Evet, İslam tarihinde benzeri bir çok hüsranlar yaşanmıştır ve yine yaşanacaktır. Fakat; “Hidayet senden olmazsa dirayet neylesin Yarab, Arapça bilse de, Ebu Cehl'e ayet neylesin Yarab” kabilinden imtihan gereği Ebu Cehiller devam edecektir. Allah (cc) onların şerlerinden ve zulümlerinden alem-i İslamı korusun, amin!