Kayı Aşiret Beyi Osman Gazi’nin babası Ertuğrul Gazi, bir gece rüyasında, “bir kazanda kaynayan suyun taşıp, derelere, ovalara dağlara yayıldığını ve dünyanın bu su deryasının altında kaldığını” gördü. Rüyayı tabir ettirdi. Zaten kendisinin de tahmin ettiği gibi bu rüya devlete işaretti. Kendi soyunun sancaktarlığı ile dünyanın yarısına hâkim olacak devletin ilk müjdesiydi.
Bilimsel tarih, menkıbeleri görmezden gelip, bir değer atfetmezse de, ne gam! İlmin soğuk neşteri, sebep-sonuç ilişkilerinde açtığı çentikte bir mukadderat gerçeğini izah etmekte bugüne kadar aciz kalmıştır. Moğol saldırıları sonucu siyasî hâkimiyetini kaybeden Anadolu Selçuklu Devletinin sınırları içinde ortaya çıkan ve hepsinin de varlık sebebi gaza ve cihad akidesi olan irili ufaklı birçok Türkmen beyliği içinde, küçüklüğünden ötürü adı-esamisi bile okunmayan Kayı Aşiretinden, olumsuz onca sebebin ittifak ettiği bir hengâmede, nasıl olup da koca bir devletin neşv ü nema bulduğunu zahire bakıp açıklamak kolay değil elbette.
O hâlde bu nasibe liyakati keşfetmek için tarihin saklı odalarında gezinmek ve az bilinenleri devşirmek icap edecek ki, D’Osson’un, “Osmanlı Türkleri umumî ve ferdî ahlâklarının ciddiyetini şeriatin iffet ve hayâ hükümlerine borçludurlar.” tespitindeki isabeti bir nebze olsun anlayabilelim.
Ahi dergâhlarından birinde misafir kaldığı bir gece, raftaki Kur’ân-ı Kerim’i alıp okumaya başlar Ertuğrul Gazi. Sabah ezanları okunup da dervişlerin biri namaz için uyandırmaya geldiğinde hâlâ bu hâl üzerinedir. Vaktin nasıl geçtiğini anlamamıştır. Allah kelâmı karşısında uzanıp yatmayı hürmetsizlik sayan bu ince anlayışın dünyadaki mükâfatı işte, neslinin asırlar boyu şan ve şeref içinde hüküm sürmesidir. Bu hadise bazı kaynaklarda Osman Bey’in ismiyle zikredilse de mana değişmez. Söğüt’te çekirdeği atılan devletin edep mayası ile kıvama gelip, bir edep medeniyetine dönüştüğüne koca bir tarih şahittir.
Devletin kurucusu Osman Gazi’nin manevî terbiyesinde hem mürşidi hem de kayınpederi Şeyh Edebali’nin katkısı ve tavsiyeleri bu iddiamızı doğrular mahiyettedir. Dahası da var: Moğol kasırgasının meydana getirdiği siyasî tahribatın koyu bir yeise ve bunun da tabii sonucu olarak ahlâkî çözülmeye gitmesinin önünü alarak, cemiyetin manevî dinamiklerini ayakta tutan saikleri göz ardı etmemek gerektir. Bunlardan biri; aslı 8. yüzyıl İslâm dünyasının fütüvvet-kardeşlik anlayışına dayanmakla birlikte Ahi Evran liderliğinde Anadolu’nun şartlarına uygun yeni bir statü kazanan Ahi Teşkilâtıdır. Diğeri ise Horasan Erenleri’dir ki, savaş ve barış zamanlarında irşad ve gayret faaliyetlerinden bir an geri durmazlar. Ahilik, kısaca sanat ve ticaret erbabının belli ilkelere göre loncalar şeklinde örgütlenmesidir. Ancak konulan kural ve kaideler topyekûn cemiyete mütealliktir ve bu disiplini oluşturan ilkeler bütününün kısacık parolası bile “edep”tir. Eline, diline, beline sahip ol! Ahilikte yemekten alışverişe, söz söylemekten eve girip çıkmak dâhil her şeyin adabı bellidir ve görülür ki, bütün bu ilkeler topluluğu aslında Kur’ân’ın hükümlerinin ve sünnet-i seniyenin cemiyet hayatında özümsenmiş bir terbiye ve ahlâk kaidelerine dönüştürülmesidir. İşte Osman Gazi’nin beyliğinin kılıcını Ahi geleneklerine göre kuşanması, sade hayat prensinden vazgeçmemesi ve en nihayet ölümünden sonra terekesinden çıkan birkaç parça mal varlığı, onun idareciliği ancak hakka hizmet için telâkki ettiğine şahadet eden belgeler olarak tarih sayfalarındaki yerini almıştır. Saltanat gibi yükü ağır, zulme meyil istidadı ve ihtimaline açık netameli bir hizmette, padişahları manevî yolda eğiten terbiye ocakları her daim mevcut olmuş ve böylelikle padişahlığın şanına yakışır haysiyetli ve izzetli duruşla, Allah’a kulluktaki acz ve fakriyet hâlini mecz eden bir kalıba büründürme şuurunu hep uyanık tutmuşlardır. Şeyh Edebali’nin nasihatından birkaç satır bu terbiye metodu hakkında bir fikir sahibi olmamıza yetecektir sanırım:
“Ey Oğul!
“Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana. Güceniklik bize; gönül almak sana. Suçlamak bize; katlanmak sana. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana. Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana.
“Ey Oğul!
“Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı, Allah Teâlâ yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve dualarla bize vaat edilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz.
“Oğul!
Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgârlarında savrulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlûp eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkâr ve iradene sahip olasın! Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır.
“İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve adaletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir...
“Şu üç kişiye; yani cahiller arasındaki âlime, zengin iken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene acı! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir.
Haklı olduğun mücadeleden korkma! Bilesin ki, atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli (korkusuz, pervasız, kahraman, gözü pek) derler.
“En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir…
“Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın!”
OSMANLI PADİŞAHLARININ ALLAH VE RESULÜNE SAYGI NİŞANELERİ;
İşte bu sırdan ötürü Osmanlı Padişahları ilâ-yı kelimetullah davasında kılıcın hakkını eksik tutmazken, öbür yandan Allah ve Peygambere hürmeti en ince nezaket kaideleriyle hayatlarına geçiriyorlardı. Meselâ İttihad-ı İslâm’ı hayatının yegâne gayesi hâline getirmiş Yavuz Padişah, Mısır gibi bir beldeyi o zamanki harp tekniğinin elvermeyeceği bir çok zorlukların sonunda aldıktan sonra hak ettiği övgü sözlerinin hiçbirine itibar etmemiş, hutbede bile usule uygun olarak ilân edilen Hâkimü’l-Haremeyn unvanını bu beldelerin ancak aciz bir hizmetkârı olduğunu ihsas ettiren Hâdimü’l-Haremeyn ifadesiyle tashih etmiştir. Kutsal Emanetleri İstanbul’a getirmesinin her safhası zaten ayrı bir inceliktir. Okunan Kur’ân’lar eşliğinde Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesine konan emanetler, kırk hafızın ve kırkıncısının da bizzat padişahın olduğu münavebeli Kur’ân okuma geleneğiyle korumaya alınmıştır. Topkapı Sarayı Has Oda avlusunda bir mermer dibek bulunur ki ismi “Buhur Dibeği”dir, Hırka-i Saadet temizliğinde çıkan tozların ayak altında kalmaması için buraya konulmuştur. Mukaddesata saygıyı böylesine bir nezakete büründüren Osmanlı anlayışının ibretli bir nişanesidir.
Padişahların birçoğunun şair olduğunu biliyoruz. Allah ve Peygamber sevgisini terennüm eden sayısız örnekten sadece birisini bir padişahın uygulamasıyla beraber dikkat nazarlarına sunmak istiyoruz. Sultanahmet Camii’nin kurucusu Sultan 1. Ahmed; Peygamber Efendimizin (asm) “kadem-i nakşı”nın, yani ayak izinin kopyasını, yazdığı meşhur bir beyitle de süsleyerek sorgucunda, başının üstünde taşımıştır. “N’ola tacım gibi başımda götürsem daim./ Kadem-i nakşını ol hazreti Şah-ı Rüsulün / Gül-i gülzar-ı nübüvvet o kadem sahibidir. / Ahmeda durma yüzün sür kademine o gülün.”
Osmanlının yenilikçi padişahlarından biri olarak bilinen Sultan Abdülmecid’in de Haremeyn-i Şerif ile ilgili hizmetleri çoktur. Mescid-i Nebevinin tamirine 750 bin Osmanlı lirası sarf etmiştir ki, bu aslında mescidin yeniden inşası demektir. Mescid-i Kuba’nın son büyük tamiri de onun zamanındadır. Osmanlı padişahlarının yaptırdıkları hayır eserlerine padişah tuğrasının yer aldığı bir kitabe koymak 18. yüzyıldan beri uygulanagelmiş bir âdettir. Ancak Kuba Mescidinin kitabesinde çifte tuğra yer alır ki, bunun sırrı ancak Abdülmecid gibi zarafet abidesi bir padişahın edep anlayışıyla çözülür. Mescidin bizzat Peygamber Efendimiz tarafından kurulduğunu nazara alan padişah, peygamber mescidine sadece kendi imzasını koymayı hürmetsizlik addetmiş ve çözüm olarak kitabenin üst kısmına Hz. Peygamberin isminin yer aldığı tuğrayı yerleştirdikten sonra, ancak kendi tuğrasına alt kısımda yer vermiştir.
Yaptığı yeniliklerle halk arasında adı gâvur padişaha çıkan babası 2. Mahmud’un ise Haremeyn’deki hizmetleri âdeta bu iddiayı nakzeder biçimdedir. Hz. Hatice’nin evini yeni baştan inşa ettirmiş, Ravza-i Mutahhara için yaptırdığı şamdanı kendi yazdığı bir naat-ı şerifle göndererek şefaat ve makbuliyet niyaz etmiştir: “Değildir ravzana şayeste dest-i aviz-i naçizim / Kabulünle kıl ihsan ü inayet yâ Resulallah” Hücre-i Saadet’in meşhur “Kubbetü’l- Hadra”sı, yani yeşil kubbe de onun himmet eseridir.
Serapa edep olan bir medeniyetin misalleri bitmez tükenmez. Nezaket ve zarafeti tarife dil dönmez. Şahsî hayatlarındaki edebe riayet örneklerinden bizim açımızdan çok ibretli bulduğumuz ikisiyle yazımıza son verelim:
31. Mart Olayı ile ilişkilendirilerek tahtan indirilen Sultan 2. Abdulhamid, önce Selânik Alatini Köşkünde daha sonra ise Beylerbeyi Sarayında gözaltında tutuldu. Yerine geçen kardeşi Sultan 5. Mehmed Reşad, ağabeyine bir selâm veya haber göndermek icap ettiği zaman, haberi götürecek olan mabeyinciyi (özel kalem müdürünü), “Sakın biraderimle konuşmaya başladığınızda benim ismimi anarken ‘zat-ı şahanenin iradesi veya selâmı var’ demeyiniz, sadece ‘biraderinizin’ deyiniz” diye sıkı sıkıya verdiği tembihteki incelikte herhâlde saltanat makamının değil, mensup ve merbut olduğu tarikat terbiyelerinin etkisi olsa gerektir. İstisnasız bütün padişahların Mevlevîlik, Cerrahîlik, Bayramiye gibi kendilerine yakın buldukları herhangi bir tarike müntesip oldukları tarih kayıtlarına geçmiş bulunmaktadır. Sultan 2. Abdulhamid’in uzun saltanatı boyunca hiçbir zaman hususî hayatında bile günlük kıyafetle insan içine çıkmaması ve bunu ölüm döşeğinde bile ceketini çıkarmayacak kadar ileriye götürmesi, bize çok mübalâğa gibi gelse de, aldıkları terbiyenin kıyafette bile lâubali davranışa izin vermeyecek bir saygı ve edep anlayışının tabii tezahüründen başka bir şey değildir.