Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

Rahmanın vediaları ile birlikte yaşamak - 2



Ne dünya kalıcı, ne sevdiklerimiz;

hepimiz gurbetteyi

Bu satırları okurken, eğer anne babanızla birlikte yaşamıyorsanız, içinizin ‘cız’ etmemesi düşünülemez. Çünkü pek çok insan hayatın değişik şartları sebebiyle anne babasından, doğduğu topraklardan uzaklarda yaşıyor. Gurbette yaşamak duygusu çok erken ve çok etkili dokunuyor insana. Ama bir o kadar da yaşanması gereken bir gerçek, gurbet duygusu. Çünkü ne dünya sabit bir mekân, ne de sevdiklerimiz sürekli görüşülmeye uygun.

Bu hayat hali, dünyanın kalıcı bir mekân olmadığına, insanın dünyaya gelirken ayrılığı tatmaya geldiğine dikkatleri çekiyor. Onun için hayat bize, kavuşmayı yaşamakla birlikte, ayrılmayı da yaşamayı da öğretiyor.

Evlât sevgisi de, torun sevgisi de Rahman’ın

hsanı

Allah, insana her şeyin sevgisini ayrıca ihsan etmiş. Evlât sevgisinin yanında, onunla birlikte torun sevgisini de ayrıca bir nimet olarak ihsan etmiş. Anne baba için çocuklar, torunlar hayatın vazgeçilmezleridir. Hatta torun sevgisi evlât sevgisinin ötesine bile geçebiliyor. Bunu, babamın cüzdanındaki yıllarca duran resmimin yerini, torunlarının resimleri alınca; annemle konuşurken, ‘Oğlum nasılsın?’ demeden, ‘Çocuklar nasıl, torunlarımın gözlerinden öp’ demesiyle anlıyorum.

Anne babalar; muhterem,

sadık ve fedakâr dostlardır

On yıllardır gurbetteyiz. Farklı şehirlerin insanı olduk. Bir yerlere ısınırken, bir yerlerde doyarken memleket kavramımız, neredeyse doğduğumuz değil, doyduğumuz yer oldu. Artık yaşadığımız şehirlerde, kendimize birilerini komşu edindik. Birileri ağabeyimiz oldu. Birileri ablamız. Apartmanımızdaki yaşlıca birilerini de babamız gibi, annemiz gibi görmeye başladık. Böylece alıştık canımız olan, kanımız olan anne ve babalardan uzaklarda yaşamaya. Bu aslında zoraki bir alışmaktan başka bir şey değil. Tabiî sair insanlar, hangi özellikte olursa olsun, hiç kimse anne babanın yerini tutamıyor. ‘Ana gibi yar olmaz.’ diyen boşuna söylemiş değil bu sözü. Anne babanın, “muhterem, sadık, fedakâr dostlar’ olarak nitelendirilmesinin ne kadar yerinde olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Evlât, ne şartlarda olursa olsun, anne baba her şart altında (insanlık dışı vaziyetler hariç) evlâdının yanında yer alıyor, ona fedakârlık yapıyor ve ona gerçek dost oluyor.

İnsan, doğduğu, ilk oyunlarını oynadığı, ilk arkadaş edindiği, hayat antrenmanlarını yaptığı ilk hayat alanından, toprağından uzak kalınca, bir yanı hep öksüzlüğü yaşıyor. Bu öksüzlüğün de altında, anne babasının yokluğu yatmaktadır. Oysaki insanın anne babası yanındaysa, vatanın her parçası, aslî bir memleket özelliği kazanıveriyor.

Kızımız/oğlumuz mutlu olsunlar da ne olursa olsun

Anne babalar bir aşamadan sonra artık çocukları için yaşamaya başlıyorlar. Çocuklarının hayatlarını kendi hayatlarından daha da önemser hale geliyorlar. Hakikaten yemeyip yediriyorlar, içmeyip içiriyorlar. Hayatlarını çocuklarının hayatları için feda ediyorlar. Kendi mutluluklarını, kendi rahatlarını, kendi ihtiyaçlarını terk edip/erteleyip çocuklarının mutluluğu için yaşamaya başlıyorlar. Oğlunun/kızının saadetiyle önce anne baba saadet içerisinde oluyor.

Onların tasası, kaygısı ve huzursuzluğu ise, önce onların yüreklerini dağlıyor.

Ama gelin görün ki, bir anne baba pek çok çocuğuna, torununa bakabiliyor, onların tasalarını çekebiliyor iken; pek çok evlât veya torun, bir anne babaya bakamıyor. Bu durum ne yazık ki pek çok ailede, bir gerçeği ifade ediyor.

Ya sonra?

Mutlulukları başka bir yuvada devam etsin, çocuklarının mürüvvetlerini görmek için uygun buldukları, mutlu olacaklarını düşündükleri bir ailenin bireyi ile akraba olmayı düşünüyorlar. Kızlarına bir koca, oğullarına bir gelin bulmak için adım atıyorlar. Ve gerçekten pek çok anne baba, şartlarını da zorlayarak, borçlara da girerek sadece çocuklarının bir yuva kurması için sıkıntılara giriyorlar.

Hatta bazıları evlerini alıyorlar, ev eşyalarını eksiksiz alıyorlar, arabalarını alıyorlar, hatta ve rahat bir gelecek için işlerini bile ayarlıyorlar.

Sonuç mu?

Hayatları için, kendi hayatlarını hiçe saydıkları evlâtları, gelinleri ya da damatları onları haftada bir, ayda bir, hatta bazıları için yılda bir misafirliklerini bile ağır görmeye başlıyorlar. Hamlık denen şey de bu olsa gerek.

Gelin hanım, ‘ben seninle evlendim, anne babanla değil’; damat bey, ‘annen, baban artık çok olmaya başladılar’ demeye başlıyor. Onların vücutlarını istiskal etmeye, hatta ölümlerini arzu etmeye başlıyorlar.

Sizin hayatınız için hayatını feda edenin, zeval-i hayatını arzu etmek ne divanece ve ne çirkin ne vicdansızca bir tavırdır.

İnsan evlilikte neyi öncelerse,

onunla imtihan oluyor

Aslında bu sonuç, bir tokadın neticesidir.

Anne babalar çocuklarına eş ararlarken neyi önceleyerek aday aramışlarsa, sonrasında o önceledikleriyle imtihan oluyorlar.

‘Gelinim zengin bir ailenin kızı olsun’ diye arayışa giren anne baba, evet zengin bir ailenin kızını gelin olarak buluyor; ama o zengin gelin, anne babaya yemek yapmak istemiyor. O zengin gelin, kendine göre fakir olan anne babayı küçümser hale geliyor.

Ya da beklentilerinin tam aksiyle muamele görüyorlar.

‘Güzel bir gelinim olsun’ diyen anne baba, evet oğullarına güzel bir gelin bulup evlendiriyorlar, ama bu güzellik, yeni kurulan ailenin başına belâ getirebiliyor.

‘Soylu bir aileden kız alalım’ diyen anne baba, evet, soylu bir aileden kız alıyorlar, ama o soylu aile kızı kendilerine, arzu ettikleri/hak ettikleri saygı ve hürmeti göstermiyor.

Ne acı ki, inancı için yapılmayan tercihler, içinde inanç olmayan bir takım davranışları beraberinde getiriyor. Çünkü anne babaya, büyüklere saygıyı, sevgiyi, hürmeti, edebi, onların rızalarını aramayı ancak din öncelemektedir. Aday aranırken öncelenen dindarlık olmadığı için de, bu özlerden uzak bir hayat halinin ortaya çıkması normal bir sonuç olmaktadır.

Allah’ın huzurunda secdeye kapanmayan, davranışlarında Allah’ın rızasını aramayan, Allah’ın huzurunda huzuru aramayan bir aile bireyi için saygı, sevgi, hürmet, rıza, hak ve hukuk gibi davranışlar, ötelenen davranışlar olduğu için, böyle bireylerin hayatlarında böyle davranışlar ötelenmiş davranışlar olacaktır.

İnsan, imanı nispetinde saygı, imanı nispetinde hürmet, imanı nispetinde hak ve hukuku gözetebilecektir. İman, ancak hayata hayat olabilecektir. Allah’tan korkan bir insan, yanlış davranışlar yapmaktan da korkacaktır. Hak ve hukuku gözetecektir. Her bir davranışın hesabının olduğu bilinciyle hareket edecektir.

Anne-babalar çocuklardan daha ziyade

merhamete lâyık ve şefkate muhtaçtırlar

Anne babaların ailedeki varlığı pek çok noktadan önem arz eden bir konudur. “Öf” bile demenin, azarlamanın, onların varlıklarını yük hissetmenin ve hissettirmenin yasaklandığı anne babalar, çocuklardan daha hassas bir şekilde davranış beklemektedirler. Yoksa, Hadis-i Şerifte belirtildiği şekliyle; “Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi, belâlar sel gibi üstünüze dökülecekti.” hakikati gereği, ülke, toplum, aile ve bireyler olarak başımıza gelen musibetlerde, ihtiyar anne ve babalarımıza sergilediğimiz davranışları da bir gözden geçirmek gerekecektir.

Değişen aile modeli, ihtiyar anne babayı yalnız bırakır hale geldi. Böylece evlerin bereket direkleri, rahmet vesileleri ve musibet dâfiaları hanelerden uzaklaşınca, belâlara kapılar açıldı.

Dünya ve ahiret rahatı, anne ve babaya gösterilen davranışla alâkalı.

Dünya ve ahiret saadeti, anne ve babanın hukukunu gözetmededir. Anne babaları ağlayan ailelerin, saadetli yarınlara ulaşması düşünülemez.

“Eğer ahiretini seversen, işte sana mühim bir define. Onlara hizmet et, rızalarını tahsil eyle. Eğer dünyayı seversen, yine onları memnun et ki, onların yüzünden hayatın rahatlı ve rızkın bereketli geçsin. Yoksa onları istiskal etmek, ölümlerini temenni etmek ve onların nazik ve seriü’t-teessür kalplerini rencide etmekle, ‘O dünyada da, ahirette de ziyana uğramıştır.’ (Hac Sûresi, 11.) sırrına mazhar olursun. Eğer rahmet-i Rahman istersen, o Rahman’ın vedialarına ve senin hanendeki emanetlerine rahmet et.”

“Her amel kendi cinsinden bir şeyle karşılık görür” hükmü gereği, “Eğer sen ölmezsen, ihtiyar olacaksın. Sen valideynine hürmet etmezsen, senin evlâdın dahi sana hizmet etmeyecektir.” hakikati oldukça yerinde bir kaide olarak dikkate alınmalıdır.

Bilhassa evlerinde anne babalarıyla birlikte yaşayanların 21. Mektup’u çok ciddî şekilde, tetkik etmeleri ve buradaki hakikatleri hayatlarında yaşamaları gerekmektedir.

Anne babasıyla birlikte aynı mekânda yaşayanlar için önemli bir formül şudur: Problem olarak görülebilecek her hali, ‘imtihandayız’ ikazıyla birlikte ele aldığımızda, yüzde elli olumlu bir adım atmış olacağızdır. İmtihandayız hali, kişinin oluşturacağı davranışı daha vicdanlı ve şefkatle oluşturmayı netice verebilecektir.

02.02.2008

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

Safinaz ne diyorsun?



Herkes nasıl iyi anlatılır ve anlaşılırsa ona öyle hitap etmek gerekir.

Fizik öğretmeni sınıfa girer, öğrenciler dindar olan bu öğretmene, “Öğretmenim derse başlamadan size bir soru sormak istiyoruz. Yalnız bize kızmayın soru sizin branşınızla ilgili değil, ama sizin sahip olduğunuz bilgiler içinde cevabı olabilir. Bir de bu soruyu hemen sormamız gerekiyordu çünkü sizden önceki dersimiz edebiyat dersiydi ve soracağımız soru bu dersimizde konuşulanlardan kaynaklandı…

Bundan otuz sene evvel İstanbul’da lise ve lise ikinci sınıf öğrencilerinin fizik öğretmenine sorduğu soru ve cevabı: “Öğretmenim edebiyat öğretmenimiz filan kişi bize, ‘Ezan Türkçe okunmalı, bu yanlış yapılıyor, bunun düzeltilmesi gerekir, ne güzel önce Türkçe okunuyordu, herkes anlıyordu vs’ diye anlattı. Biz “dinin emirleri belli bir lisanla gelir ve uygulanır” dedik. Ama öğretmenimiz ‘Siz anlamazsınız’ dedi ve azarladı… Bu konuda bize nasıl bir cevap verirsiniz?”

Bu zamanın hastalıklarına ve garip sorularına izah ve isbatlarıyla çok hakikatlı bir tefsir olan Risâle- Nur’lardan haberdar fizik öğretmeni öğrencilere teneffüsten telâfi edilmek şartıyla şöyle bir cevap verir: Ön sırada oturan kız öğrencisi Ayşe’ye hitaben “Ömer tahtaya gelir misin?” der ve devamla arka sıralarda oturan Hüseyin’e hitaben de “Gülnihal sen de gelir misin?” diye tahtaya çağırır. Bütün sınıfla birlikte yanlış isimle çağrılan öğrenciler şaşkın: “Hocam ne diyorsunuz! Öğretmenim olur mu?” Sesleri sınıfı doldurur…

Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş bahtiyar öğretmen öğrencilere “Sevgili çocuklar isim nedir? Bizleri tanıtan, bizi tanıtan, bizi herkese ilan eden bir özelliğimizdir, adımızdır. İki arkadaşınıza yanlış kendilerinin olmayan adlarla hitap ettim diye. Sınıfın altını üstüne getirmeye kalkıştınız. Yavrularım bizi, bütün varlıklar adına bildiğimiz atomdan kâinatın tamamına kadar her şeyi yaratan, yoktan var eden Allah’ımız, yaratıcımız, sahibimiz diyor ki: “Allahuekber, Allahuekber…..” beni böyle tanıyınız, bana böyle hitap ediniz, beni böyle bir lisanla anınız” diyor. Biz nasıl olup da O’nu “Tanrı uludur, tanrı uludur…” diye zikredeceğiz ve O’na öyle hitap edeceğiz…” devamla konu anlaşılır, sükunet bulur ve öğrenciler memnuniyetlerinden öğretmenlerine teşekkür ederler ve derse devam edilir…

Şimdi biz, geçenlerde basına Mudanya Mütarekesi anma gününde çok büyük bir iştiyakla, “Ezan bile her gün beş defa Arapça okunuyor…” diye şikayet eden Uludağ Üniversitesi Rektörü sn. Mustafa Yurtkuran’ı “Safinaz ne diyorsun” diye çağırsak. Çok mu daha iyi olur acaba? Kararı siz verin…

02.02.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Tesettürde Fransa model olamaz



Tesettür meselesinin hükümetçe aniden gündeme getirilmesi, bize ümit verdiği kadar kaygı da verdi. Altı seneden bu yana gayet uzağından yürüdükleri “mesnetsiz yasağın” başbakanın direktifiyle ele alınması, inşallah netice itibarıyla hayra vesile olur. Halkının yüzde seksen beş-doksanı tesettürün serbestiyetine taraftar olan bir ülkede, bu mânâsız yasağın sürmüş olmasının, Türkiye’yi dışarıda gülünç duruma düşürdüğüne, hükümet üyelerinin kendileri de şahit olmuşlardır. Bu ayıbı kaldırma teşebbüsünün yalnızca üniversitede okuyan talebelerle sınırlı kalmasının, ayıbı iyice serrişte edeceğini ve dünyaya ilân edeceğini de burada belirtmek de fayda var. Fransa dışındaki Avrupa ülkelerinde tesettüre müdahale edilmediğini gözönünde bulundurduğumuzda, başbakanın iddia ettiği gibi, serbestiyet üniversite talebeleriyle sınırlı kaldığında, Türkiye bu hususta Avrupa’ya maskara olur. Kadınlarımızın hayatlarının bir parçası olmuş ve bin seneyi aşkındır Anadolu’daki Türk kadınının Kur’ân’ın bir prensibi olarak yaşayageldikleri tesettürü, mesnetsiz yasaklarla gündemde tutmanın, zihinlere “siyasî istismarı” da getirdiğini burada belirtmek gerekiyor. Bilhassa mahallî seçimlerin yaklaştığı bir mevsimde AKP ve MHP’nin başörtüsüne sarılmaları şeklinde algılanan bu tartışmada, umarız ki, her iki parti de samimice bu meselede ittifak edip, onları “dini siyasete alet etmek” ile suçlayanları tekzip etsinler.

Tartışmaların bizi endişelendiren önemli hususlardan birisi, daha önceki Özal hükümetlerinin düştüğü hataya düşülmesidir. Topu Anayasa Mahkemesi’ne atarak, işi iyice içinden çıkılmaz hale getirmek fayda yerine zarar getirir. Tesettürün yasak olabileceğine dair dünyanın hiçbir ülkesinde kanun maddesi olmadığı halde, halkımızın tamamına yakını Müslüman olan Türkiye’de bu nev’î “ayak oyunlarının” siyasîlerin politika hayatına son verip vermediğini ANAP’lılara sormakta yarar var.

İkinci endişemiz ise, temel bir insan hakkı olan “giyim-kuşam”a metazori yöntemlerle ve kanunlar perdesinde müdahale edilmesidir. Globalleşmenin dünyamızı bir köye çevirdiği şu zamanda Avrupa emperyalizmini insanlara dayatmanın insanlıkla ilgisini merak edenler, yalnızca biz değiliz. Dindar geçinip, saldırgan dinsizlerin dümen suyunda ve onların yol haritalarıyla yürümenin bugüne kadar kimseye faydası olmadı. Kaldı ki, “tesettür meselesi” yalnızca üniversitede okuyan bayanlarımızın meselesi değildir. Eşitsizlik, adaletsizlik ve ilkellik teda-î ettiren uygulamalar, hem hükümeti ve hem de milliyetçilik dâvâ eden partileri daha müşkül durumlara elbette sokacaktır.

Görülen o ki, hükümetimiz bu hususta “laikliğin” din aleyhinde uygulamasıyla meşhur Fransa’yı takip etmek istiyor. Fransa’daki Müslümanlarla Türkiye halkını mukayese edenlere sormak lâzım. Sömürge olarak yüzyıldan fazla işkence çeken ve çok yakın zamana kadar asimile edilmeye çalışılan Kuzey Afrikalı Müslümanlar, elbette ki Türkiye ile mukayese edilemez. Bırakınız Türk halkını, Almanya’ya misafir işçi olarak gitmiş ve orada yerleşmiş Anadolu kökenliler için de Fransa örneği söz konusu olamaz. Kaldı ki, dinsizliğini gizlemeye çalışan Sarkozy’nin uygulamasına AB içinden büyük tepkiler geliyor.

Evvelâ hükümet, “tesettürün” dinî bir mesele olduğunu, dinin ise siyaset üstü olduğunu düşünerek samimice hadiseye yaklaşmalıdır. Problemin çözümünü zorlaştıracak yeni oyunlara fırsat vermemelidir. Şayet, AB içinden bir örnek ülke alınacaksa, İslâmî değerleri insanî değerler olarak kabul eden ve tatbikatlarını hürriyetin en geniş dairesinde yürüten devletler ölçü alınmalıdır. Kaldı ki, Türkiye demokrasisinin millî ve dinî değerlerini de korumaya çalışan bir demokrasi olduğunu ilgililerimiz mütemadiyen söylüyorlar. Öyle ise, buradaki örneklerimiz ne çok yüzlü Sarkozy ve ne de tarihi kan, gözyaşı ve eşkıyalık ile dolu Fransa’dır.

02.02.2008

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Çelik irade ve başarıya giden yollar



Dünyada hangi meslek ve işte olursa olsun gerçek mânâda kendi çalışma alanında profesyonelleşenler ve kendi vazifesine odaklananlar, hedeflerine ulaşırlar ve başarı kazanabilirler.

Çok geniş kapsamlı ve çok ince hesaplarla tesbit edilmiş kıstaslar, başarılı olmanın olmazsa olmaz şartlarıdır.

Bu hedeflerin gerçekleşmesinde de en büyük unsur ve şaşmaz şart ise; “çelik bir irade” ve onun yerinde kullanımıdır.

Rakipler, muarızlar ve muhataplar için en tehlikeli silâh, caydırıcı ve tahrip edici muazzam güç işte bu “iradedir.”

Fertler açısından olsun, topluluklar açısından olsun, hedeflenen konuda başarının sırrı, öncelikli olarak kendi yolunu tayin etmek ve sağlam iradesini yerinde ve zamanında kullanmaktır.

Bütün bunların yanında hiçbir zaman şu prensibi de göz ardı etmemek lâzımdır: “Bizim vazifemiz hizmet etmektir. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmayız. Muvaffak etmek Ona aittir.” Vazifemiz, başarıya gidecek şartları hazırlamaktır.

Bu görüşlerimizi teyid edecek İslâm tarihi ve Osmanlı tarihinden bazı örnekleri birlikte hatırlamaya çalışalım.

Malûmunuz, Ebu Talib, Hz. Peygamber’in öz amcası, hâmisi ve koruyucusu, baba vekili, Kureyş’in reisiydi. Kavminin zorlamaları karşısında, Hz. Peygamber’e İslâm dâvâsından vazgeçme teklifine yapmıştı. Yüce Nebî: “Ya amca! Sağ elime güneşi, sol elime ayı versen, vallahi ben bu dâvâdan vazgeçmem!” diyerek, bir “çelik irade” ve duruşla bunu reddetti.

Sultan Fatih’in, daha on dört yaşında bir veliaht iken, ordunun başına geçmesiyle fırsatçı düşmanların hareketlenmesi karşısında, babası İkinci Murat’a karşı sergilediği: “Padişah sensen ordunun başına geç, eğer padişah bensem emrediyorum vazife başına!” çıkışı ve o “çelik iradesi!”

Ve son asrın mânevî cihadının usta, bahtiyar ve galip kahramanı, müceddid komutan, büyük velî, aziz ve muhterem Üstadım Bediüzzaman Said Nursî’nin o akıllara durgunluk veren çelik ve sarsılmaz “iradesi”nden çıkan muhteşem beyanlar, müdafaalar ve görüntüler:

Fesatlığı ve zındıka siyasetlerinin baş mimarı İngilizlerin İstanbul’u işgali sırasında, başpapazlarına karşı verdiği o unutulmaz tarihî cevap: “Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!”

İmansızlığın, fesat komiteleri eliyle, bütün vatan sathında yaygınlaştırılmaya çalışıldığı bir anda, maneviyâtından ve tarihinden aldığı ilham ve güçle söylenen o muhteşem ve muazzam ifadeler:

“Eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse, hakikat-i Kur’âniyeye fedâ olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem! Ve bu hizmet-i îmâniye ve Nuriyeden vazgeçmem ve geçemem.”  

İşte Denizli Mahkemesi esnasında o aziz Üstad ve talebelerinin tarihe mâl olan ve adil hâkimlerin vicdanlarında ma’kes bulan o muhteşem cümleleri: “Yüzer milyon başların fedâ oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi fedâ olsun! Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye fedâ olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşaallah! ”

Muhtaç gönülleri Kur’ân nurundan vazgeçirmeye çalışan zındıka komitelerinin tuzaklarına karşı o muhteşem beyanı ve ifadesi: “Risâle-i Nur’un şakirtleri başkalara kıyas edilmez; dağıttırılmaz, vazgeçirilmez, Cenâb-ı Hakkın inayetiyle mağlûp edilmezler.”

“Ey dinini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse, yapınız. Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek. Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikate, başımız dahi feda olsun; her ceza ve idamınıza hazırız. Hapsin harici, bu vaziyette, yüz derece dâhilinden daha fenadır. Bize karşı gelen böyle bir istibdad-ı mutlak altında hiçbir hürriyet; ne hürriyet-i ilmiye, ne hürriyet-i vicdan, ne hürriyet-i diniye olmamasından, ehl-i namus ve diyanet ve taraftar-ı hürriyet olanlara ya ölmek veya hapse girmekten başka çaresi kalmaz. Biz de: ‘İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciun’; diyerek, Rabbimize dayanıyoruz.”

Bu ifadeler sadece bir grubu ve belli bir kesimi değil onu imha etmek isteyen muhataplarının tarihî bağlarla bağlı olduğu bir vatan ve milletin de şerefini kurtarmıştır elhamdülillâh.

Mertlik ve maharet, gönülleri ve Mekkeleri fethetmek için bu “irade”yi zamanında ve yerinde kullanabilmektir.

Zalimlere, âlimlere, güçlülere, zayıflara, küçüklere, büyüklere… Hülâsa herkese ve her şarta karşı sağlam ve “çelik irademizi” kullanmayı Rabbim hepimize nasip etsin inşallah. (Âmin)

Ülkemizin mevcut şartlarında, bugün bu tür “çelik irade”ye ne kadar muhtacız değil mi!

02.02.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Çetelerle mücadele



Savcılık açıklamasında “terör örgütü” diye nitelenen Ergenekon yapılanmasına yönelik operasyonun başlatılmasıyla eşzamanlı olarak mahkemenin koyduğu yayın yasağı sürüyor.

Ama bu nasıl bir yasaksa, uyan yok. Her gün gazetelerde manşetten verilip içeride sayfalar dolduran detaylı haberler tamgaz devam ediyor.

Gözaltına alınan ve ardından tutuklanan şahıslara atfedilen ifade tutanakları yayınlanıyor.

Dallı budaklı örgüt şemalarıyla birlikte, 2009 için planlandığı öne sürülen darbe hazırlıklarına ilişkin çok düşündürücü iddialar ortaya atılıyor.

Hattâ işin geldiği noktada, bu hazırlıkların, 2003 sonu-2004 başlarında kotarılmak istenen Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz rumuzlu başarısız darbe planlarının devamı olduğu öne sürülmekte.

Bilindiği gibi söz konusu iddialar geçen yıl Nokta dergisince gündeme getirilmiş; ama bu yayın sonrasında dergi, kapanmasıyla neticelenen amansız bir kampanyanın hedefi olmuştu.

Önce yeni bir andıç, ardından “TSK’ya dost STK’lar”la ilgili bir belge ve sonra da eski Deniz Kuvvetleri Komutanlarından birine ait olduğu ileri sürülen darbe günlüklerini yayınlaması, Nokta dergisini günlerce devam eden bir polis baskını ve akabinde çok yoğun bir dâvâ bombardımanı ile karşı karşıya getirdi.

Sonrasında da Nokta yayın hayatına nihayet vermek mecburiyetinde bırakıldı.

Basın tarihinde emsaline pek rastlanmayan bu görülmemiş hadisenin üzerinden fazla değil, sadece dokuz ay geçti.

Ve bugünlerde gerçekleştirilen Ergenekon operasyonu, Nokta dergisine yapılan infazın ara verdirdiği bir süreci, hiç tahmin edilmedik boyutlara taşıyor.

Dahası, ilk kez Susurluk’ta ortaya çıkarılır gibi olan, ama bugüne kadar bir türlü arkası getirilemeyen ipuçları, yine ilk kez bu operasyonla sağlam bir şekilde tutulabilmiş ve de nihayet sonuç almaya yönelik bir süreç başlatılmış gibi görünüyor.

Evvelce ifade verdirilmesi dahi başarılamayan bazı kişilerin bu operasyonla gözaltına alınıp tutuklanmaları, Türkiye’yi sürekli bir kaos ve kargaşa ortamında tutan ve toplumu yıllardır huzura hasret bırakan devlet içi çetelerle mücadele açısından tarihî bir milât oluşturabilir.

Ancak bu zorlu yolun henüz başında olunduğu da unutulmamalı. Bu mücadelenin kesin sonuca ulaşması, yakalanan ipuçlarının izini kararlı şekilde takip ederek, izler nerelere gidiyorsa oralara gidip, karanlıkta kalan hiçbir nokta bırakmama azmiyle çalışılmasına bağlı.

Bu çerçevede, söz gelişi, Nokta dergisini susturarak üstü örtülmek istenen Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz senaryoları mutlaka aydınlatılmalı.

Eğer bu senaryolar gerçekse, sorumlularından hukuk zemininde hesabı sorulmalı. Demokrasiye kast eden hiçbir hukuk dışı girişim, takipsiz, yaptırımsız ve cezasız bırakılmamalı.

Aynı şekilde, 2009 senaryolarının altında ne yattığı da açığa çıkarılmalı. Ve bu darbe planlarında rol üstlenenler deşifre edilip yargılanmalı.

Ergenekon operasyonunun ortaya çıkardığı karanlık ilişkiler ağıyla ilgili olarak kamuoyundaki yaygın kanaati, “Bu olsa olsa buzdağının görünen kısmı olabilir” şeklinde özetleyebiliriz.

Görünmeyen kısımlar da çözülmeli ki, demokratik ve şeffaf hukuk devletinin önü açılsın.

02.02.2008

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Büyükanıt'ın dizi sevgisi



Dizilerin beş para etmediği ortada. Hâlbuki milyarlarca dolarlık yatırım yaptıkları rakamlarla ortaya konuldu.

Malûm; 2007-2008 sezonunda reyting kurbanı olan dizilerin sayısı 60’ı bulmuş. Her birinin yaklaşık 200 bin dolar maliyetli olduğu düşünülürse yaklaşık 150 milyon dolar havaya uçmuş.

Bu değirmenin suyu nereden geliyor?

Kanallar arası rekabet öyle bir hal aldı ki, bir dizi başlarken diğeri yayından kaldırılıyor. Bu paralar havaya uçuyor, öte yandan, dizi oyuncuları 24 saat çalışıp bir anda alınan kararla yıkılıyor.

Ekranlara veda eden dizileri hatırlatmaya lüzum var mı?

Kuzey Rüzgârı (Show), Kelebek Çıkmazı (atv), Zoraki Koca (Kanal D), Aşk Kapıyı Çalınca (Star), Komiser Nevzat (atv), Oyun Bitti (Kanal D), Sinekli Bakkal (atv), Dağlar Delisi (Star), El Gibi (atv), Ertelenmiş Hayatlar (atv), Fedai (Kanal D), Fesupanallah (atv), Kartallar Yüksek Uçar (Fox), Oğlum İçin (Show tv), Pusat (Show tv), Senin Uğruna (Fox), Mahşer (atv), Eksik Etek (Show), Acemi Cadı (Star), Sana Mecburum (Star), Tatlı İntikam (Star), Leylan (Star), Yersiz Yurtsuz (atv), Geniş Zamanlar (Star), Şöhret (atv), Zeliha’nın Gözleri (Star), Cennet Mahallesi (Show), Benden Baba Olmaz (Star), Fikrimin İnce Gülü (Star), İki Yabancı (atv), Aşk Eski Bir Yalan (Fox), Senden Başka (atv), Hayal ve Gerçek (Star). (Kaynak: Medyafaresi)

Bu arada, sevilen diziler de yok değil.

Meselâ Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt Makedonya Savunma Bakanı ile yaptığı görüşmede iki ülke açısından önemli bulduğu bir diziden bahsetti. Büyükanıt’ın, Makedonya-Türkiye ilişkilerinin ‘güzel yüzünün gösterilmesi açısından önemli’ dediği dizi Makedonya’da çekiliyor…

ATV’de yayınlanan ‘Elveda Rumeli’ dizisi…

Elveda Rumeli, Makedonya’da çekilen dizi, tamamı yurt dışında çekilen ilk Türk yapımı olma özelliğini de taşıyor…

Malûm, dizi Osmanlı’nın son dönemini anlatıyor. Gerçi o döneme ayna mı tutuyor, yoksa karalıyor mu izleyenlerin fehmine bırakıyorum. Bana göre Osmanlı’yı “taraf”lı gösteriyor. O günün şartlarını hiçe sayan tek taraflı bir bakış açısıyla değerlendirmiş.

Gerçi diziyle ilgili eleştirilerimizi okuyucularımız hatırlayacak… Elveda Rumeli, “Ah Bir Zengin Olsam” Yahudi oyunun bir uyarlaması olduğunu da….

Büyükanıt’ın Makedon sevgisi gerçekten ilginç… Acaba bu sevgisi, o bölgeden göç ettiği için midir? Bilemem.

İstihbaratı güçlü bir genelkurmay başkanına sahip olduğumuzu biliyoruz gerçi… Öyle bir istihbarat ki, televizyon programlarından haberdar… En sevdiği programlardan biri de Biri Bizi Gözetliyor… İlginç değil mi? Hani, PKK operasyonu sırasında bile “BBG evi gibi” ifadesi kullanması bir çok kişiyi şaşırtmıştı.

Sayın Genelkurmay Başkanının gündemle çok yakından ilgilendiği anlaşılıyor. “Malum-u ilâm”a gerek yok.

02.02.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Arap Celâl’den, Amerikalı Celâl’e



Eskiden Yeşilçam’ın bir Arap Celâl’i vardı. Seyrettikçe doyum olmazdı, neşemizi bulurduk. Sevimli bir göbeği vardı ve daima önden giderdi. Bazen kalleş rollerinde oynar ve hakkını da verirdi. Sanki kişiliğinin bir parçası sanırdınız. Bazen de tersi rollerde oynardı. Beyaz perdenin sopa yiyen paryalarından birisiydi. Galiba 1993 yılında Hakkın rahmetine kavuşmuş. Asıl ismi Celâl Donat olan Yeşilçam’ın bu sevimli figüranı Arap Celâl, Araplara benzediğinden dolayı bu isme lâyık görülmüş ve Arap Celâl olarak ünlenmişti. Herhalde ismi de Arap Celâl’e çıkınca münasip düştüğünden olacak, bazı kahramanlık filmlerinde kendisine imamlık payesi ve görevi de tevdî edilmişti. Adile Naşit gibi tombulca ve yüzü dolgun ve biraz da ovâldi. Hani desem biraz zihinde canlandırabilmek için; adaşı Celal Şengör’ü andırıyordu.

Celâl Şengör... Nam-ı diğer depremci profesör. Ama aralarında farklar da var. Birisi esmer, diğeri beyaz. Birisi Araplara benzerken, diğeri de Amerikalılara benziyor. Aralarında benzeşen ve benzeşmeyen noktalar da dikkate alınarak bir mukayese babından Celâl Şengör’e de icabında ‘Amerikalı Celâl’ denebilir. İsim müsemmaya veya müsemma isme tabi olduğundan dolayı, Celâl ismi de yerinde. İsmi sıfatına pek uygun düşmüş. Zira Ali Kırca’nın programında veya benzeri programlarda seyrettiğimize göre bayağı da celâlli bir kişilik. Özellikle de deprem tartışmalarında Üşümezsoy’la girdiği polemiklerinden hatırlayanlar, gerçekten de celâl sıfatını hakkıyla taşıdığına şahittirler... Burhan Kuzu, kuzu gibi dinlerken o adeta kükrüyordu. Neredeyse muhatabını dövecekmiş gibi bir pozisyondaydı. Depremle ilgilendiğinden midir nedir, daima yüksek gerilim içinde bulunuyor.

Kestirmeden ve sözü eveleyip gevelemeden söyleyecek olursak; Romalı Perihan ve Arap Celâl oluyor da ‘Amerikalı Celâl’ niye olmasın? Bir mahzuru mu var? Zaten Celâl Şengör de eğitimi için muayyen dönemlerde Amerika’da kalmış. Bazı yerler insanda tiryakilik yapar. Kahire için öyle söylerler: Nil’den su içen bir daha içer. Dolayısıyla o sıfatı çoktan iktisap etmiş. Oralarda okullarda dirsek çürütmüş ve kafa patlatmış. Dahası ilmî disiplinini almış, edinmiş. Kolay mı? Bununla birlikte, Celâl Şengör galiba oralarda fazla kalmasının etkisiyle olacak, kendisini pek fazla yerli hissetmiyor. Hatta yabancı hissediyor. Zaten Amerika’da da yerli (native) olmayı yeğleyeceğini sanmam... Kimi teorilere göre yerlilerle, yani Kızılderililerle kardeş veya akraba olsak da... Zira, ona göre yerliler medenî değil. Burada, yani İstanbul’da veya Anadolu’da zoraki olarak yaşadığını yazıyor, ama tuhaf bir şekilde buranın kaderiyle de alâkalı... Bu onun yüksek himmetinden kaynaklanmalı. Bura ile alâkalı ahkâm kesiyor. Doğrusu kestiği ahkâm da biraz alışılmadık türden. Hani derler ya, adetâ Türk milletini istiskal ediyor. Hem de uygarlık nokta-i nazarından. Doğrusu bu ya, Amerikan halkı ile Türk halkının aynı kasttan veya tabakadan gelmediği müsellem gibi. Gömlek farkı var. Buradan ziyade yüksek uygarlık seviyesinin yakalandığı Amerika’ya daha yakın duruyor. Hakikaten Amerika’dan gelen profesörleri anlayamıyorum. Oktay Sinanoğlu gibiler branşlarına katkıda bulunmak yerine ideoloji ile daha fazla zaman öldürüyorlar. Özellikle de Şengör için söylemek gerekirse; Türkler lâyık olmadıkları hâlde Türkiye’yi kurtarmaya yelteniyor. Hem de canla başla.

Bu topraklarda zoraki olarak durduğuna ve büyük bedel ödediğine şüphe yok. İstanbul’un trafiğini ve kahrını neden çeksin? Bununla birlikte, Allah’ı var; Fazıl Say gibi ‘çeker, giderim ha!’ da demiyor. Ülkesine hizmet aşkıyla yanıp tutuşuyor. Galiba Türk milletini uygarlık açısından adam etmeye kesin niyetli. Bu misyonla yüklü olarak ülkemizde misafireten duruyor. Yoksa seviye farkını tolere etmesi mümkün değil. İdeolojik misyonu ağır basıyor. Batılılar nasıl İslâm ülkelerini terbiye ediyorlarsa ve onları adam etmeye çalışıyorlarsa, Şengör de Amerikalarda kazandığı ilim û irfanla aynı misyonu ifa ve deruhte etmeye çalışıyor. Deprem tartışmalarından sonra Celâl Bey’in celâli biraz yatışmıştı, ama yine can sıkıcı irtica, türban üzerinden depreşti, ayaklandı. Haddinin bildirilmesi gerek.

***

Celâl Şengör de başörtüsü hamlesini henüz medeniyet ve uygarlık yürüyüşündeki tarihî seyrüseferini veya çığırını tamamlamamış olan ülkemize ve istikbaline bir saldırı olarak görüyor. Ve uygarlığın bilimi, bilimin de pozitivizmi ve dinsizliği getirdiğini ve zinhar dinsel bir simge ile üniversitelere girilemeyeceğini söylüyor. Bilginin kaynağı bilimmiş. Galiba bunu diyerek vahiy gibi alternatif bilgi kaynaklarını reddediyor.

Papa 16’ıncı Benediktus, Regensburg’daki konuşmasında Bizans İmparatoru Manuel 2. Paleogolos’un üzerinden İslâm’a sataşması gibi, Celâl Şengör de, Bertnard Russell üzerinden güya dogmatizmle hesaplaşıyor ve-ne demekse-bilimden başka bilgi kaynağının olmadığını söylüyor. Kelaynaktan başka kuş tanımam dercesine... Bu durumda vahiy bilgi kaynağı olmaktan çıkıyor. Yalnız lisan-ı hâl ve kâl ile buna inananların, yani ilimden (pozitivizm demek istiyor) başka rehber arayanlara üniversitelerin kapalı olduğunu duyuruyor. Aksi takdirde, kendilerinin üniversiteyi terk edeceklerini ilân ediyor. İmanın bilimle çeliştiğini ve üniversiteye giremeyeceğini söylüyor. İki zıt birarada olur mu? Bunun aşılması için, imanın, üniversite veya bilim veya dinsizlik vaftizinden geçmesi gerektiğini söylüyor. Başkalarını faşizme nisbet eden bu zihniyete ne demek gerekir, ne sıfat yakıştırmalı, bilemiyorum.

***

Nedense başörtüsüyle takıntılı olanların hafiften Amerika ile bir bağlantıları var. Merak konusu... Veli Küçük de Türk günü veya benzeri münasebetler babından hafiften Amerika’nın yolunu tutarmış. Bazı münasebetler ve etkinlikler sebebiyle bu ülkeyi ziyaret ettiği vakî oluyormuş. Elbette bu ülkede ahbabları ve yarenleri olması normaldir.

Bütün darbelerin uzaktan kumandası ABD'dedir. Hatta Zeyno Baran bazı generallere atfen 2007 yılında Türkiye’de bir darbe ihtimalinin yüzde 50 olduğunu söylemişti. Operasyonlar üzerine ‘iyi saatte olsunlar’ bu darbe tarihini 2009’a ertelemiş. Bu son Ergenekon operasyonlarından sonra ‘artık 2010’a kalmıştır’ deniliyor. Artık ne diyelim, ‘iyi saatte ol-sunlar’ yerine ‘geç saatte olsunlar’ demekten başka çaremiz yok. Bizim ulusalcılarımızla Amerika neoconları birbirlerini çok severler. Can ciğer kuzu sarmasıdırlar zaten...

02.02.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Meleklerin aradıkları



Buharî’de yer alan bir hadis-i şeriften1 öğrendiğimize göre devriye gezen polisler gibi sokak ve caddelerde dolaşan melekler vardır. Bunlar Allah’ı zikreden, Onun isim ve sıfatlarını öğrenip Onu güzel sıfatlarıyla yâdeden insanları araştırır, gizli kameralarla filmlerini çeker, söz ve davranışlarını dakika dakika kaydederler.

Onları bulur bulmaz da mânevî koruma polisleri gibi hemen etraflarını sarar, tâ dünya semasına kadar etraflarını kuşatırlar.

Her şeyi gören ve bilen Allah bizlere de duyurmak için meleklerine sorar: “Kullarım ne diyorlar?”

“Sübhanallah diyerek Seni noksan sıfatlardan tenzih ediyor, kemal sıfatlarıyla muttasıf olduğunu söylüyor; elhamdülillah diyerek her türlü övgünün Sana ait olduğunu, Allahüekber diyerek de büyüklüğünü ilân ediyorlar” diye cevap verirler melekler.

Cenâb-ı Hak, “Onlar beni gördüler mi?” diye sorar. Melekler, “Hayır, vallâhi görmediler” diye karşılık verirler.

Evet, onlar Allah’ı görmeden, sırf akıl ve kalp kabul edip görür gibi zikir ve ibadet etmektedirler. Hz. Ali de öyle demiyor muydu? “Perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek.” Yani, “Aradan perdeler kalksa Allah’ı, Cenneti, Cehennemi şu kafa gözlerimle görsem bende bir değişiklik olmaz. Zaten ben görüyor gibi iman ediyor ve ona göre hareket ediyorum” demek istiyordu.

İşte imanın en yüksek derecesi bu. Tahkiki iman… Allah’ı görür gibi inanmak ve ona göre hareket etmek…

Allah’ın diğer bir sorusu gelir meleklere: “Beni görseler nasıl olurlardı?” Hz. Ali gibi olamazlardı tabiî. Melekler derler ki: “Seni görseler Sana olan ibadetlerini daha sıkı ve kuvvetli yapar, şanını daha çok tazim eder, Seni daha çok tesbih ederlerdi.”

“Benden ne istiyorlar?” diye sorar tekrar Cenâb-ı Hak.

“Cenneti istiyorlar diye cevap verir” melekler de.

“Görseler nasıl olurlardı?”

“Görseler daha düşkün, daha iştiyaklı olur, daha çok rağbet ederlerdi.”

“Bana neden sığınıyorlar?”

“Cehennemden.”

“Cehennemi gördüler mi ki?”

“Hayır, vallahi görmediler.”

“Ya görselerdi?”

“Görseler günahlardan daha çok kaçınır, daha çok korkarlardı.”

Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, “Siz şahit olun ki Ben de onları bağışladım” buyurur.

Bunun üzerine meleklerden biri, bu topluluğun içinde, zikir ve fikir için değil de başka bir maksatla gelen biri bulunduğunu bildirdiğinde, Cenâb-ı Hak, “Madem ki o onların arkadaşıdır. Onlara arkadaş olan kötülük yapamaz” buyurarak onu da affeder.

Dipnotlar:

1- Buharî, Daavat: 66.

02.02.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Bazı temel ölçüler



Cemaat fertlerini bağlayan temel prensipler vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

* Müsbet hareketle tesanüdün bozulmaması için dikkat etmek.1 Tesanüdü bozarak cemaatin tadını kaçırmamak.2

* Sıhhatli ve istikametli birliği sağlamak.3

* Hayat, vahdet/birlik ve ittihadın neticesi olduğundan Müslümanlarla ve özellikle cemaatin diğer fertleriyle kaynaşarak ittihat/birlik için çalışmak.4

* Bilhassa fırtınalara karşı tesanüde, ittihada önem vermek.5

* Âsâyişi (emniyeti) muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıyı sabırla, şükürle kabul etmek.

* Hürriyet imanın özelliği olduğundan hürriyetçi olmak.

* Kimden olursa, kime karşı yapılırsa yapılsın şiddete, zulme, istibdada, haksızlığa karşı gelmek. Müstebitleri/diktatörleri asla alkışlamamak.

* Kur’ân ve hadîsçe haber verilen, her tarafı kasıp kavuran deccalizm, süfyanizm ve ifsat komitelerinin fitnelerine karşı uyanık olmak. Onlara siyasetle değil, ancak imân ve Kur’ân nurlarıyla mukabele edilebileceğinin şuurunda olmak.6

* Al-i Beyt muhabbetini esas tutmak.

* Hakkın hatırını yüksek tutmak; hiçbir hatıra fedâ etmemek.7

* Müfsitlere/bozgunculara aldanmamak; hizmet ehlini mihenge (Kur’ân ve Sünnet’e) vurmak.8

* Dünyaya, enaniyete ait her şeyi feda etmek; nefsi susturmak.9

* Başkalarını dalâletle suçlamak yerine, yardımcı olmak.10

* Duygularını kontrol etmek.

* Çaresi bulunan şeyde acizlik gösterip bahanelere; çaresi bulunmayacak meselelerde de cezaya sarılmamak.

* Ümit ve korku dengesini korumak ve asla ümitsizliğe düşmemek. Gelişmenin birinci düşmanının ümitsizlik olduğunu bilmek.

* İslâmın yüzde doksan dokuzu iman, ibadet, ahlâk; yüzde biri siyasettir. Dolayısıyla siyaseti en geri plana itmek. (İlgi alanı ile etki alanını karıştırmamak.)

Dipnotlar:

1- Kastamonu Lâhikası, s. 172.;

2- Barla Lâhikası, s. 87.;

3- Mektûbât, s. 459.;

4- Barla Lâhikası, s. 87.;

5- Kastamonu Lâhikası, s. 172.;

6- Tarihçe-i Hayatı, s. 131.;

7- Münâzarât, s. 49.;

8- Münâzarât, s. 49.;

9- Kastamonu Lâhikası, s. 181.;

10- Muhakemat, s. 32.

02.02.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Hani ciddiyet, nerede samimiyet...



Meclis'teki siyasîler ve onlarla bir bağlantılı şekilde hareket edenlerin, gündemde yer alan şu "türban/başörtüsü" hakkındaki söz ve davranışlarını hayret ve taaccüp ile takip ediyoruz.

Zira, maalesef ki iş çığrından çıkmış görünüyor.

Mesele, olabildiğince sulandırıldı... Ortada samimiyetten, ciddiyetten eser yok...

İşin muhtevası, mahiyeti unutuldu; şekil ve şema üzerinden habire ağız dalaşları yapılıyor.

Dinî inançla bağlantılı bir mesele, kavga, münakaşa, zıtlaşma sebebi haline getirildi.

"İnsanlar konuşa konuşa" edep ve âdâbı hakgetire... Yekdiğerine restini çeken çekene...

Millî iradenin tecelligâhı olan Meclis'te zuhûr eden çatlak, derinleştikçe derinleşti.

İlim yuvası olan üniversitelerde başgösteren gerilim, dün itibariyle had safhaya çıktı. YÖK Başkanı ile meslektaşları, ilk defa bu derece bir zıtlaşmanın içine düştü.

Allah hayretsin, ama bu gidişatın sonu nereye varacak böyle?

Bu ağız dalaşları ve giderek şiddetlenen zıtlaşmalarla kim nereye varmak istiyor, nereye varabilir?

Bir dinî vecibeyi yerine getirmek isteyen insanlarımızın sıkıntısı bu tarzda mı giderilmeye çalışmalıydı?.. Yok çene altı, yok çene üstü; yok iğneli olsun, yok iğnesiz olsun, falan filan...

Yazık, çok yazık...

* * *

Ciddiyetten de, samimiyetten de uzak gördüğümüz şu son "türban tartışması"nın içine bodoslamasına girmiyoruz.

İtidalden, sağduyudan, akl–ı selimden mahrum gördüğümüz bu düellonun dışında durmaya gayret ediyoruz.

Zira, dine/inanca taalluk eden bir meselenin, bu tarz kavga ve münakaşalarla hallolma yoluna gireceğini düşünmüyoruz.

Evet, bu gibi meselelerde "bilek güreşi" olmaz. Çare değil.

Bu zamanda "medenilere galebe çalmak" ancak ikna ile mümkün olur.

Aynen, 17 Haziran 1950'de Meclis'te görüşülen ve muhalefetin de ikna edilmesiyle halledilen "ezan meselesi"nde olduğu gibi...

Bu, önümüzde duran en mühim, en büyük ve en çarpıcı bir örnektir.

Bu örnek, benzer konular için de bir ölçü olarak ele alınmadığı ve kabul edilmediği takdirde, gelinecek nokta, kavga, gerilim ve kaostan başka birşey olmaz.

İşte, şimdi nazar–ı ibret ve hayret ile yaşanan gelişmeleri mesafeli bir şekilde takip ediyoruz.

Aynı zamanda, baştaki başlara da Allah akıl fikir ve kalplerine merhamet versin diyerek duâ ediyoruz.

İnanıyoruz ki, şu "tesettür meselesi" önünde sonunda hal yoluna girecek ve yaşanan mevcut sıkıntılar büyük ölçüde izale olacak. Fakat, öyle kavga–gürültü ile değil; belki itidal ve teenni ile gitmek, ciddiyet ve samimiyet içinde kalmak kayd–ı şartıyla.

GÜNÜN TARİHİ 2 Şubat 1925

"Takrir–i Sükûn"dan temin–i sükûta

Şeyh Said Hadisesi bahanesiyle iki sene evvel (4 Mart 1925) çıkartılmış bulunan ve sayısız idam kararına kılıf mahiyetinde kullanılan Takrir–i Sükûn Kànunu hakkında Meclis'te yeni bir oturum açıldı. Oturumda yapılan konuşmalardan sonra, bu olağanüstü kànunun iki yıl daha yürürlükte kalmasına karar verildi.

Böylelikle, başlangıçta bir–iki aylık süre için kullanılacağı ifade edilen bu kànun, tam dört yıl müddetle (4 Mart 1929'a kadar) yürürlükte bırakılmış oldu.

Oysa, Şeyh Said Hadisesi 1925 senesinin Şubat ayı ortalarında başlamış ve ancak üç buçuk ay kadar devam ederek 31 Mayıs'ta nihayete ermişti.

Diyarbakır'da kurulan Şark İstiklâl Mahkemesinin, 15 Nisan'da yakalanıp 26 Mayıs'ta sorguya çekilen Şeyh Said ve 46 kader arkadaşı için vermiş olduğu idam kararı ise, 28/29 Haziran gecesi infaz edildi.

Yani, bu tarih itibariyle "tehlike" bütünüyle bertaraf edilmiş durumdaydı.

Ancak, buna rağmen sıkıyönetim destekli Takrir–i Sükûn Kànununun dört yıl daha tatbik edilmesi sağlandı.

Asıl sebep, o günkü rejime muhalif olan, o günkü hâkim zihniyetle uyuşmayan herkesi susturmak, her sesi boğmaktı.

Nitekim, söz konusu kànunun tatbiki, sadece kan dökmeye sebebiyet veren Şeyh Said Hadisesine münhasır bırakılmadı, siyaset ve basın–yayın camiasını da içine alarak, acımasız kıyımlara devam edildi.

Aynı günler zarfında İstanbul'da neşredilen birçok gazete kapatıldı, muhalefet partisi TCF'nin merkez ve şubelerine baskınlar yapıldı, her taraf didik didik aranarak parti mensuplarına bir nevi gözdağı verildi. Nihayet, bu parti 3 Haziran tarihli Bakanlar Kurulu Kararıyla kat'î sûrette kapatıldı. İleriki zamanlarda ise, hemen hepsi de İstiklâl Harbi kahramanı olan parti yönetim kadrosunun başına gelmeyen kalmadı.

Sonunda, kâğıt üzerinde 4 yıllık bir ömre sahip görünen Takrir–i Sükûn Kànunu, ülke genelinde tam 20 yıl (1925–45) müddetle "temin–i sükût"a, yani farklı olan herkesi susturmaya yönelik olarak tatbik edilmiş oldu.

02.02.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah'ın isimlerini zıtlıklar aynasında bilmek



Mehmet Bey:

*“Mektûbât’ta geçen, ‘Temâsül tezadın sebebidir’ cümlesini açıklar mısınız?”

Temâsül sözlükte birbirine karşı durmak, eşiyle var olmak, zıddıyla ayakta durmak, karşıtı ile bulunmak demektir. Soğukluk ile sıcaklık, güzellik ile çirkinlik, ak ile kara, aydınlık ile karanlık, iyi ile kötü, temiz ile kirli, zayıf ile kuvvetli, acizlik ile güçlülük, açlık ile tokluk, yaz ile kış, eksiklik ile mükemmellik, yukarı ile aşağı, sağ ile sol, ön ile arka bir bilinmektedir. Dünyada her şey zıddıyla bilinmekte, zıddıyla tanımlanmakta, zıddıyla anlaşılmaktadır. Meselâ soğukluk olmasa sıcaklığı anlayamayız. Sıcaklık olmasa soğukluğu bilemeyiz ve tanımlayamayız. Soğukluk derecelerini, sıcaklığın ona girmesiyle belirliyoruz. Sıcaklık derecelerini de, soğukluğun onu etkileme oranıyla ölçüyoruz.

Keza, iyilik olmasa, kötülüğü kavrayamayız. Karanlık olmasa, aydınlığın farkına varamayız. Sağ olmasa solu gösteremeyiz. Ön olmasa arkayı bulamayız. Yukarı olmasa aşağıyı anlayamayız. Zayıflık olmasa kuvvetliyi kavrayamayız. Yani eşyayı zıtlarıyla tanıyoruz ve zıtlıkları eşyayı tanımlamada kullanıyoruz.

İşte dünyada zıtlıkların bir sebebi, eşyanın, maddenin ve varlıkların karşıtıyla bulunma gerekliliğidir. Bundan dolayı zıtlıklar vardır.

Allah’ın zatı mutlaktır. Bütün kâinatı kuşatmıştır. Zıttı yoktur. Zıttı olmadığı için Allah’ın zatının mahiyetini kavrayamıyoruz. Sadece ‘Allah’ın zatının mahiyetinin, sair varlıkların mahiyetine benzemediğini1 bilmekle yetiniyoruz. Yani Allah’ın zatı maddî değil, ruhî değil, manevî değil, ışıktan değil, şundan değil, bundan değil! Allah’ın zatının mahiyeti meçhulümüzdür. İşte iman burada devreye giriyor. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm), “Cenâb-ı Hakk’ın sınırsız nimetlerini tefekkür ediniz. Fakat Zatının mahiyetini düşünmeyiniz. Çünkü siz ulûhiyetin esrarını keşfedemezsiniz”2 buyuruyor. Bundandır ki, Üstad Bedîüzzaman Hazretleri Allah’ın zatının mahiyetinin bilinemez ve kavranamaz olduğunu beyan ediyor.3

Allah’ın isim ve sıfatlarına gelince... Tıpkı Allah’ın zatı gibi mutlak, muhit ve bütün kâinatı kuşatmış olmalarıyla beraber, mânâ itibariyle isim ve sıfatların zıtları vardır. Ve biz Allah’ın mutlak isim ve sıfatlarını:

a) Zıtlarını kavrayarak,

b) Zıtlarıyla kendi sıfatçıklarımıza bir sınır çizerek tanıyoruz.

Körlük, görmeme, yetersiz görme, az görme, sınırlı görme gibi görme dereceleri olmasaydı ve bu derecelerle kendi sınırlı görmemizi tanımlamasaydık, Allah’ın mutlak bir sıfatı olan görme sıfatını tanıyamazdık ve kavrayamazdık. Şöyle ki, biz görüyoruz. Görme işinin ne demek olduğunu bizzat görmekle kavrıyoruz. Fakat bizim görmemiz çok kayıtlarla sınırlı. Meselâ uzağı göremiyoruz, çok küçük cisimleri göremiyoruz, çok büyük cisimleri göremiyoruz, engelin arkasını göremiyoruz, ışıksız göremiyoruz, gözsüz göremiyoruz, maddesiz ortamı göremiyoruz, derinliği göremiyoruz, geçmiş olayları göremiyoruz, gelecek olayları göremiyoruz... vs. İşte bu âcizliklerimizle anlıyoruz ki, Allah’ın görmesi bütün kâinâtı, bütün olayları, bütün mekânları, geçmişi ve geleceğiyle bütün zamanları bir anda görebilecek sonsuz bir mertebede tüm varlıkları kuşatmış haldedir. Allah’ın zatı ve sair isim ve sıfatları gibi, görmesi de kemal derecededir, eksiklik ve kusurlardan münezzehtir.

Allah’ın sair isim ve sıfatları da kemal mertebede, sonsuzluk ile bütün kâinatı kuşatmış halde ve noksanlıklardan ve kusurlardan münezzeh bulunmaktadır. Biz Allah’ın sınırsız kudretini, kendi sınırlı ve eksik gücümüzle tanıdığımız gibi, Allah’ın işitmesini, konuşmasını ve sair isim ve fiillerini kendi kusurlu ve eksik fiillerimizle tanıyor ve kavrıyoruz.

Allah’ın tüm isim ve sıfatları zâtî olduğu için mertebelerden uzaktır. Ama bu isim ve sıfatların varlıklar nezdindeki tecellileri ve cilveleri mertebe mertebedir, derece derecedir.

İşte Allah’ın kudreti (sair sıfatları gibi) zati olduğu için mertebeden uzaktır, hadsizlik, hudutsuzluk ve sınırsızlık içindedir. Fakat sair varlıkların kudretleri mertebelerle çerçevelenmiştir. Çünkü Allah’ın zatî olan kudretine zıddı zarar veremez, güçsüzlük getiremez. Fakat sair varlıkların kudretleri zatî olmadığı için, zıtları onlarda noksanlık ve eksiklik sebebi olmaktadırlar. Varlıkların güç ve kudret dereceleri buradan kaynaklanmaktadır.

Bahsettiğiniz Dördüncü Şuâdaki münâcatta geçen, “Sonsuz kudret sahibi Kadir’in kudret mertebelerine, sınırsız rahmet sahibi Rahîm’in rahmet derecelerine, mutlak kuvvet sahibi Kavi’nin kuvvet tabakalarına mutlak acz, fakr ve zaafım gibi özelliklerimle bir ölçü oluşum, hayat ve kıymet-i hayat olarak bana kâfidir”4 cümlesindeki mertebeler, dereceler ve tabakalar için şunları söylemek mümkündür:

1- Bu ifadeler, Allah’ın söz konusu sıfatları için mecaz olarak kullanılmıştır.

2- Buradaki mertebeler kemal mertebeleridir. Meselâ kudret için sonsuzluk, hudutsuzluk, sınırsızlık, kemal, zatîlik, kuşatıcılık, ezelî olmak, ebedî olmak, mutlak olmak, muhit olmak... vb gibi mertebelerden söz edilebilir.

3- Bu ifadeler, Allah’ın hadsiz, sınırsız ve hudutsuz sıfatlarını—hâşâ—acziyetle ve derece ile sınırlamıyor; bu kemal sıfatların tecellilerine, cilvelerine ve eylemlerine mertebe, derece ve tabaka veriyor.

Dipnotlar:

1- Bedîüzzaman, Mektûbât, s. 242

2- Câmiü’s-Sağîr, 2/831

3- Mesnevî-i Nûriye, s. 111

4- Bedîüzzaman, Şuâlar, s. 84

02.02.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

İçten tahrip



Şahit olduğumuz garipliklerin biri bitmeden diğeri başlıyor. Geçmişte de şahit olunduğu üzere, artık cezaevlerinde yer kalmamış ve bazılarında, ‘ikili ranza’dan ‘üçlü ranza’ya geçiliyormuş. Ülkemizde, doğrudan ifade edilmese de, cezaevlerinde ‘yer kalmadığı için’ af çıktığı bile olmuştur. Nitekim, ‘Rahşan affı’ olarak tarihteki yerini alan uygulama sonrasında da bu konu tartışılmıştı.

Gazetelerde yer alan haberlere göre, suç işleme oranlarının her geçen gün artması sebebiyle cezaevleri dolmuş durumda. Kırmızı alarm veren cezaevlerinin başında Bayrampaşa Cezaevi geliyormuş. Bayrampaşa Cezaevi, kapasitesinin 4 katı mahkûm barındırıyormuş.

İlgili haberde şöyle denilmiş: “Türkiye de bulunan 458 ceza ve infaz kurumunun toplam mahkûm kapasitesi 78 bin 318 kişiyle sınırlı. Ancak, 2007’nin Aralık ayı rakamlarına göre cezaevlerinde toplam 90 bin hükümlü ve tutuklunun kaldığı öğrenildi.” (Hürriyet, 31 Ocak 2008)

“Türkiye’yi idare eden”ler başka konularla meşguller, ama haberler doğru ise hapishanelerin durumu içler acısı. En büyük yanlış da, bu ciddî problemi ‘daha büyük cezaevleri yaparak’ aşmaya çalışmak. Elbette daha büyük ve ‘modern’ cezaevlerine ihtiyaç duyulabilir. Ama asıl önemli olan, suç işleme nisbetini düşürmek değil midir?

Geçen aylarda cezaevine düşen ve yakınlarda tahliye olan bir san’atçı, cezaevlerinin çok kötü durumda olduğunu ifade etmişti. Elbette, ‘cezaevleri’nin kendisine has şartları olur, ama orada da ‘insan onuru’na uygun bir sistem olmalı.

Cezaevlerinin doluluk oranı, Türkiye’nin rahat olmadığı anlamına da gelir. Bu sebeple, adalet sisteminin sorumluluğu daha fazla. Hem hukukî hatalar yapılmamalı, hem de adalet vaktinde tecellî etmeli.

Aslında cezaevlerinin içinde bulunduğu durum, başlı başına bir ‘tez’ konusu olarak işlenmeli. Mutlaka istatistikî rakamlar vardır, ama o rakamların tahlil edilmesi de gerekir. Daha çok kimler suç işliyor? Suç işleme nisbetinin artmasının sebebi nedir? Bu suçlara karşı etkili mücadele nasıl yapılabilir?

Bu ve benzeri soruların uzmanlarca sorulması ve sonuçlarının tahlil edilmesi Türkiye’nin geleceği açısından da çok önemlidir.

Hepsinden daha önemli soru da şudur: ‘Suç toplumu olma tehlikesi’nden nasıl kurtulabiliriz? ‘Yasak’ları savunarak bu ‘belâ’dan kurtulabilir miyiz? Yoksa, hür, demokrat ve âdil bir hukuk sistemi kurarak mı bu ‘bataklık’tan kurtulabiliriz?

Kanunsuz başörtüsü yasağının kaldırılması çalışmalarına karşı ‘şaha kalkan’ kişi ve kurumlar, acaba cezaevlerinin içinde bulunduğu durumla ilgili olarak da bir açıklama, çare, tedbir sunabilirler mi? Yoksa onların gündemleri böyle konularla ilgilenmeyecek kadar yoğun mudur?

Türkiye’yi içten tahrip ve çökertmek bu olsa gerek.

02.02.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Ateş düştüğü yeri değil, bizi de yakmalı



Mailime düşen büyük bir feryat, acı ve sitem dolu bir mektupla yazıya başlamak istiyorum.

“Gazze’den selâmlar gönderiyorum. Ama Allah bilir belki size gönderebileceğim son selâm olabilir; çünkü bilgisayarımın pilinin son dakikalarını kullanıyorum. Gazze’de elektrik petrol ve su bitmiş durumdadır. Hastanelerde jeneratörlerin son mazot litreleri kullanılıyor, ondan sonra hastanelerdeki elektrikler de kesilecek. O saatten sonra, 24 saat içerisinde 400 diyaliz hastası ölüme mahkûm kalacak ve yoğun bakımda olan yaklaşık 200 genç ve yaralıyı kayıp edeceğiz. Bununla birlikte, sürekli ilâç ve elektrik gerektiren ameliyatlar durdurulacak. Fırınlarda ekmek yok, pazarda da un yok, ilâçların çoğu bitmiş durumda, sınırlar İsrail ve Mısır tarafından kapatılıyor. Boynunuza emanettir ki, Türk halkına söyleyin. Biz Filistin halkı olarak kıyamet gününde ve Allah’ın huzurunda hakkımızı helâl etmeyeceğiz. Biz burada ölürsek, sizin payınız var bunda; eğer her biriniz çıkıp da elinden geleni yapmazsa, Allah’ın önünde kardeşlik hakkımızı isteyeceğiz sizden…”

Bu satırlar kendisini “Filistinli bir Türk” olarak tanıtan Filistinli bir kardeşimize ait. Aslında söylenmesi gereken şey bu satırlarda yer alıyor.

* * *

İsrail ve Mısır ile çevrili dar ve küçük bir bölge olan Gazze’nin nüfusu yaklaşık 1.5 milyon. İsrail, Gazze Şeridi’nde roket saldırılarını bahane ederek büyük bir abluka başlattı. Elektrik kesildi, yiyecek ve ilâç sıkıntısı başladı. Gazze’de şimdi bir insanlık dramı yaşanıyor, dünya sessiz. Açık bir hapishane hayatı yaşayan Gazze halkı bir taraftan da İsrail’in saldırıları ile ölüm tehlikesi altında.

İsrail ablukası altında bulunan Gazze’de insanlar son çareyi sınır duvarını yıkarak Mısır’a geçmekte bulmuşlardı. Buraya geçenlerin, gıda, yakıt, ilâç ve diğer temel ihtiyaç maddelerini tedarik edip geri döndüğü söyleniyor. Ancak Mısır’ın, İsrail’in tepkisi karşısında sınırı zaman zaman kapattığı, girişleri zorlaştırdığı da gelen haberler arasında. BM Güvenlik Konseyi, Gazze Şeridindeki durumla ilgili bir bildiri üzerinde bile anlaşmaya varamıyor.

Türkiye’deki iç gündem yoğunluğundan hemen yanıbaşında yaşanan insanlık dramı gözlerden kaçıyor. Bunca acı yaşanırken, Türkiye’den bazı sivil toplum kuruluşları hariç siyasetçilerden ses çıkmıyor. Geçen haftaki partilerin grup toplantılarında hiçbir lider bu konuda tek kelime dahi etmedi.

Dışişleri Bakanı Ali Babacan olmak üzere, hiçbir hükümet üyesi; İsrail’i kınamak bir yana, bu konuda ne bir tepkisini dile getiriyor, ne bu dramın bitmesi için bir girişimde bulunuyor. Dram adeta görmemezlikten geliniyor. En tehlikeli olan da bunu kabullenip susmaktır.

Kurulduğu günden bu yana kana doymayan İsrail, yaptığı insanlık dışı saldırılarla “terörist devlet” olarak anılıyor artık. 1948 yılında Ortadoğu’nun göbeğinde kanserli ur gibi kurulan İsrail, hep kan ve gözyaşına sebep oldu. 60 yıldır da katliâmlarını arttırarak sürdürüyor. Kimse dur demiyor.

İsrail’in, bir yılı aşkın bir süre önce Lübnan’da yaptığı katliâmlar hâlâ hafızalarda. Hizbullah’ın 8 askerini öldürüp ikisini kaçırmasını bahane ederek, 12 Temmuz 2006’da Lübnan’a başlattığı saldırıları 34 gün sürmüştü. Birleşmiş Milletler’in geç de olsa aldığı kararıyla son bulan savaşta, çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere yaklaşık bin 150 Lübnan vatandaşı ölmüştü. İsrail’in 2005 yılında 216, 2006’da 678, 2007 yılında ise 896 Filistinliyi öldürdüğü açıklandı. Halen yaklaşık 1000 Filistinli ile 40 milletvekilinin hiçbir suçu olmamasına rağmen hâlâ İsrail hapishanelerinde…

Bu katliâmları bütün Müslümanlar unutmadı, unutamaz…

İsrail arkasına ABD’yi alarak sürdürdüğü politikalarıyla dünyaya adeta meydan okuyor, dünya ise sessiz kalıyor. Eğer uluslararası camia ve İslâm ülkeleri Gazze’ye seyirci kalırsa yaşanan dramın daha da büyüyeceği belirtiliyor.

* * *

Burada bir olay anlatmak istiyorum. Bu olay bile İsrail’in hazımsız, tahammülsüz tavrını ortaya koyuyor. Mısırlı futbolcu Muhammed Aboutrika Afrika Kupasında gol attıktan sonra formasının altındaki tişörtü kameralara gösterdi. Tişörtte sadece “Gazze’ye sevgilerle” yazıyordu. Tişörtteki mesaj İsraillileri çılgına çevirmiş. Gazze’yi abluka altına alan ve 1.5 milyon Filistinliyi elektrik, yakıt ve gıda olmadan ölüme mahkûm eden İsrail, Mısırlı futbolcunun iki kelimelik Gazze mesajına bile tahammül gösteremiyor, hemen futbolcuyu Afrika Futbol Federasyonuna şikâyet ediyor. Hakem kendisine sarı kart gösteriyor, ama maçı canlı anlatan televizyon yorumcusu anlamlı bir mesaj daha veriyor: “En onurlu sarı kart…”

İsrail, bu kadar küçük bir olaya anında tepki gösterirken, dünya Gazze’de yaşanan insanlık dramını günlerdir seyrediyor.

* * *

Buradan bütün dünyaya “duyun artık bu çığlıkları, görün artık katliâmları” çağrısında bulunurken, İsrail’de yüz binlerce Müslüman kardeşimizin açlık, sefalet, ölüm korkusundan kurtulması için Cenâb-ı Hakka duâ edelim temennisinde bulunuyorum.

02.02.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Büyük tehlike”



Bediüzzaman, “Başvekile ve dindar mebuslara verilmek üzere ihtâra binâen yazdırılmış gâyet ehemmiyetli bir hakîkattir” başlıklı lâhika mektubunda, “büyük bir tehlike”ye dikkat çeker.

Bu “büyük tehlike”nin “hem millet-i İslâmiye (İslâm milleti) ve hem de bu memleket ve hükûmet-i İslâmiyeye (İslâm devletine) büyük bir zarar vermeye zemin hazırlamakta olduğunu” haber verir.

“Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedevîliğin bir kanun-u esasîsine irticaa çalışan ve hâmiyet maskesini başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları”nın, Türkiye’yi İslâm dünyasından koparmak ve desteğinden mahrum etmek peşinde olduklarını nazara verir.

Ülkenin “bir kısım zâlim Avrupa’nın dilenciliğinden kurtulması çalışılması”na pek haksız olarak ‘irtica’ damgası vurulduğunu kaydeder. Bunu asıl “siyasî ve içtima-î hakikî irtica” olarak tanımlar.

İnsanlığı vahşet ve bedevîliğe döndüren, “beşerin selâmet, adâlet ve sulh-û umumîsini (dünya barışını) mahveden dehşetli vahşiyâne” bir diğer “irtica”nın da “anûdâne (inatlaşarak tarafgirlikle) particilik” benzeri bazı cereyanların aşılanmasıyla dehşetli ihtilâf ve ayrılıkların vatandaşlar arasında yerleştirildiğini belirtir.

Bu bozgunculuğun, “ittifak ve ittihadın temel taşı olan kardeşlik ve vatandaşlık, muhabbet ve uhuvveti (kardeşliği) zîr-û zeber ettiğini” belirtir. (Emirdağ Lâhikası, 318-320)

* * *

Gerçek şu ki ülkedeki etnik kışkırtmaların, bölgesel kargaşa ve kaosun bir parçası olduğu her gün daha bâriz bir biçimde ortaya çıkmakta. Amacın, toplumu birbirine düşman hale getirip kırdırmak, Türkiye’yi yeniden bölüp parçalamak olduğu açıkça anlaşılmakta.

Hedef, Türkiye’yi İslâm dünyasından, Müslüman komşu ülkelerden ve kendi içinde birbirinden ayırmak. Çeyrek asrı aşan kanamayla Türkiye’nin otuz milyon insanının katlinden, ikiyüz milyar doları aşan terörle mücadele harcamasından sonra, “stratejik müttefik” ABD’nin, son demde görünürde terör örgütüne karşı “politika değiştirmesi”nin arkasında bu var.

Bütün emperyalist zâlim güçler gibi, ABD’nin “maşa” olarak kullandığı piyonlarını yiyip, çıkarına göre dizayn ettiği Ortadoğu politikaları bunun bir örneği.

Keza dahilde ihâle ve çıkarlarla “iliştirilmiş medya” ve “Soros beslemesi kalemşörler”in “Kürt sorunu” deyip meseleyi sözde “siyasal çözüm”le tıpkı Kuzey Irak’taki “otonom devlet” türü “federatif sistem”e sürüklemelerinin de maksadı bu.

Tartışmaların “sınır ötesi harekât”la terör örgütü üzerinde yoğunlaştığı süreçte, “etnik eksen” üzerine kurulan bir siyasî partinin her fırsatta kamplaşma ve kutuplaşmayı tırmandıran, “ayrılık” ateşini alevlendiren agresif tavrı da bu “iftirak projesi”ne hizmet ediyor.

Görünen o ki maksat, “ABD’den alınan istihbarat”la “PKK’nin tasfiyesi”, yalnız Irak’ın kuzeyinde Washington’un güdümünde bir “Kürdistan”la sınırlı değil. İçte de PKK’ya “terör örgütü” diyemeyen DTP’ye ilâveten sağda ve solda ve hatta muhâfazakâr “Kürt siyasî partiler”le ülkeyi “ırka dayalı” siyasallaşma fitnesinin içine itmek. Bölgedeki Müslüman topluluklar arasında “unsuriyet (menfî milliyetçilik) damarı”nı uyandırmakla birbirine karşı kullanmak; çarpıştırmak…

Böylece Ankara, bölgenin başına belâ edilecek Kuzey Irak’taki “kukla devlet”i tanımakla kalmayacak; Irak’a yapılan saldırılarda olduğu gibi, başta İncirlik olmak üzere, Anadolu’daki üslerin işgalcilere açılmasıyla Türkiye, ABD’nin İran ve hatta Suriye operasyonunda ortak edilecek.

Dahası Türkiye, “Şiî Müslüman” İran’a karşı Körfez ülkelerinden Arabistan ve Mısır’dan Pakistan’a uzanan “Sünnî Müslüman” blokun içine itilerek, İslâm dünyasındaki “Sünnî -Şîi iftirak fitnesi”nde istimal edilecek…

* * *

Bunun içindir ki Bediüzzaman, özellikle içte “ırkçılık” gibi zâlimâne menfî unsurların tahrikiyle “iftirak fitnesinin körüklenmesi”ni “büyük bir tehlike” görür. O günkü yöneticileri ikaz eder.

Zira “meyl-i iftirak marazı” denilen ırkî ve bölgesel farklılıklar üzerine kurulan politikalar, milleti “kuvvetsiz düşürür.” Bin yıldır beraber ve birlik içinde yaşamış, omuz omuza cihâd edip yanyana şehid olmuş “tam birleşmiş İslâmî ve dinî bir milliyet” teşkil eden Türklerle Kürtleri “birbirine karşı gelen muannid ve muârız kuvvetler” haline getirir. Ülkeyi dış güçlerin desteğine muhtaç ettirir.

Bediüzzaman’ın uyarısıyla, “ecnebînin politikasına ve ehemmiyetsiz, muvakkat (geçici) yardımlarına mecbur” bırakarak “gaddar ve vahşi politikalarına âlet eder.” IMF’nin “yardım” perdesindeki fahiş faizli kredilerle borçlandırması gibi. Terörle mücadelede harcanan yüz milyarlarca dolar örneğinde olduğu gibi, “âsâyiş ve siyasete zarar gelmemek için bu kadar israfat ile bol maaşlar suretinde kuvvet teminine kendilerini mecbur zanneder, milletin fakr-ı hali nazara alınmaz.”

Hârice “acip maddî ve mânevî bir nev'î rüşvet vermeye mecbur bırakır.” Avrupa’yı birbirine düşüren ırkçılık illetinin telkiniyle vatanın birlik ve bütünlüğünü tehlikeye atar. (a.g.e)

Yine bunun içindir ki bu “büyük tehlike”ye karşı Bediüzzaman, sürekli “dinî hâmiyet” ve “İslâm kardeşliği”ni esas alır; “garba ve ecnebîye verdiği siyasî ve mânevî rüşvetin on mislini âlem-i İslâmın ileride cemâhir-i müttefikası (birleşik İslâm cumhuriyetleri) hükmünde olacak olan dört yüz milyon (şimdi bir buçuk milyarı aşkın) Müslüman kardeşlere memleket ve milletin ve bu devlet-i İslâmiyenin selâmeti için gayet azîm (büyük) bir bahşiş ve zararsız rüşvet vermesi lâzım ve elzemdir” diye tembihler.

Her türlü siyasî, kültürel, sosyal ve iktisadî birlik ve işbirliğinin evvelemirde İslâm dünyasıyla olmasının ehemmiyetini vurgular…

Bunun “teâvün-ü İslâmın (İslâmî yardımlaşmanın) esası ve hediye-i Kur’ân’ın (Kur’ân’ın hediyesinin) semâvî bir düsturu ve râbıtası (birlik ve beraberlik bağı)” olduğunu ifâde eder.

“Müslümanlar ancak kardeştir” (Hucurât Sûresi,10), “Allah’ın dinine ve Kur’ân’a hep birlikte sımsıkı sarılın” (Âl-i İmran Sûresi, 39) “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez” (En’âm Sûresi,164; İsrâ Sûresi, 15; Fâtır Sûresi, 18; Zümer Sûresi, 7) ve “İhtilâfa düşmeyin; sonra cesâretiniz kırılır, kuvvetiniz de elden gider” (Enfâl Sûresi, 46) âyetlerinin hükmüyle izâh eder…

“Büyük tehlike”ye karşı yegâne büyük çâre budur…

02.02.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri