Bedîüzzamân Hazretleri, 1328/1912 yılında meydana gelen müsbet ve menfî hâdiseler hakkında, daha sonra te’lif ettiği eserlerden Kur’ânî işâretleri zikretmiştir. Bunlardan biri, “Biz kendi milletine en iyi şekilde açıklasın diye vahiylerimizi gönderdiğimiz her peygambere kendi diliyle inzal eyledik.”1 cümlesi makam-ı cifrisiyle ve baştaki âyetin işâretleri karinesiyle, Risâlet ve nübüvvetin her asırda verâset noktasında nâibleri, vekilleri bulunmak kaidesiyle, bir mânâ-yı remzi cihetinde vazîfe-i irsiyeti yapan Risâle-i Nur’u efrâdı içine husûsi bir iltifatla dâhil edip lisân-ı Kur’ân olan Arâbî olmayarak Türkçe olmasını takdir ediyor. Evet bunun makamı ”Rasûlün” deki tenvin “nun” sayılmak ve şeddeli “lâm” iki sayılsa ve şeddeli “ye” bir sayılsa bin üç yüz elli sekiz (1358/1942), her ikisi birer sayılsa bin üç yüz yirmi sekiz (1328/1912); şeddeliler iki sayılsa, tenvin sayılmazsa, bin üç yüz on sekiz (1318/1902); hem tenvin hem şeddeliler sayılsa bin üç yüz altmış sekiz (1368/1952) ederek Risâle-i Nur’un beş devresine ve beş vaziyetine remzen ve imaen bakar.”2 Burada ifade edilen makam-ı cifrisiyle ve baştaki âyetin işâretleri karinesiyle 1328/1912 senesi Risale-i Nur’un ikinci devresinin mukaddemesi târihine tevafuk ediyor.
Yine bu sene ile alakalı bir Kur’ânî işârette de, İttihâd ve Terakki hükümetlerinin hilâfet-i İslâmiye’yi zayıflattıkları açıkça beyân edilmektedir: “İnnel hilafetü ba’diy” ilâ âhir, şeddeli “inne” yüz bir(101), “elhilafetü” bin yüz kırk bir(1141), “ba’diy” seksen altı(86) eder. Yekûnü: Arâbîce bin üç yüz yirmi sekiz (1328/1910) olur ve Rûmîce bin üç yüz yirmi altıdır (1326/1910) ki, Hulefâ-i Râşidin’in isimleri ikinci vecihte gösterdiği aynı târihe ve Hürriyet’in üçüncü senesindeki inkıta-i hilâfetin tarihine tam tamına tevâfuku, elbette o lisân-ül-gayb olan zâtın(asm) lisânında tesadüfi olamaz; belki onu da görmüş, ona da işâret etmiş.”3 Hürriyetin üçüncü senesi olan 1326/1910 târihi “Otuz senelik4 halifeleri olan Hazret-i Ebu Bekir Radıyallahu Anh, Hazret-i Ömer Radıyallahu Anh, Hazret-i Osman Radıyallahu Anh ve Hazret-i Ali Radıyallahu Anh’ın ebcedî ve cifrî hesapları bin üç yüz yirmi altı(1326/1910) eder ki, o tarihten sonra şerait-i hilafet daha takarrür etmedi. “Hilafet-i Âliye-i Osmaniye bitti.”5
Ancak Bediüzzaman Hazretleri rahmet-i İlâhiyeden ümidini asla kesmez ve Allah’ın nurunu başka bir yolla tamamlayacağını şöyle açıklar: Sure-i Zümer’de “Allah kimin kalbini İslâm’a açmışsa, o kimse Rabbinden bir nur üzere değim midir?”6 âyet-i azimenin mana-yı sarihinden başka bir mana-yı işârî tabakasının külliyetinde dâhil bir ferdi Risâle-i Nur ve tercümanı olduğuna kuvvetli bir delil buldum. “Allah kimin kalbini İslâm’a açmışsa,”7 cümlesi, hesab-ı cifrî ve ebcedî ve riyâzî ile bin üç yüz yirmi dokuz (1329/1913) veya sekiz (1328/1912) eder. Demek “men” külliyetinde ve “vehüve” işâretinde dâhil ve medar-ı nazar bir ferdi, inşirah-ı sadr nuruyla başka bir halete girip, eski sıkıntıdan kurtulup, nurâni bir mesleğe giren bir şahıs, eski ve yeni Harb-i Umûmî’nin gelmeye hazırlanmaları olan o dehşetli târihe ve o ferdin vaziyetine remzen bakar. “Vehüve ala nurin min Rabbihî” deki “Nurin min Rabbihi” kelimesi, Risâle-i Nur ismine ve manasına hem cifri, hem sureti, hem manası tevâfuk ettiği gibi; “Allah kimin kalbini İslâm’a açmışsa,”8 cümlesinin de makam-ı cifrisi gösterdiği târihte Risâle-i Nur tercümanı olan Üstâdımın9-tahkikatımla-aynen vaziyetine tevâfuk ediyor. Çünkü o zamanda Harb-i Umûmî’nin mebde’lerinde, Üstâdım eski âdetini ve sair ulûm-u felsefeyi ve ulûm-u âliye ve âliyeyi bırakıp, tam bir inşirah-ı sadrla Risâle-i Nur’un fâtihası ve birinci mertebesi olan İşârât’ül-İ’câz tefsirine başlıyor, bütün himmetini, efkârını Kur’ân’a sarfetmeğe başladığına tevâfuku kavi bir emaredir ki; bu asırda o küllî mânâ-yı işâride medar-ı nazar bir ferdi, Risâle-i Nur’un tercümanı ve şakirdlerinin şahs-ı mânevîsini temsil eden mümessilidir.”10
Bediüzzaman Felak Suresi’ndeki âyetlerden istihrâc ettiği ve Saltanatın değişmesine ve devamı olan Balkan Harbi ve benzeri facialara işâret eden Kur’ânî beyânları da şöyle açıklar: Hem meselâ: “Düğümlere üfleyen büyücüler.”11 cümlesi -şeddeler sayılmaz-bin üç yüz yirmi sekiz (1328/1912); eğer şeddedeki (lâm) sayılsa, bin üç yüz elli sekiz (1358/1942) adediyle bu Umûmî Harbleri yapan ecnebi gaddarların, hırs ve hased ile bizdeki Hürriyet İnkılâbı’nın(1908) Kur’ân lehindeki neticelerini bozmak fikriyle tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan Harbleri ve Birinci ve İkinci Harb-ı Umûmî’nin patlamasıyla maddî ve mânevî şerlerini, siyâsi diplomatların radyo diliyle herkesin kafalarına sihirbaz ve zehirli üflemeleriyle ve mukadderat-ı beşerin düğme ve ukdelerine gizli plânlarını telkin etmeleriyle bin senelik medeniyet terakkiyatını vahşiyane mahveden şerlerin vücuda gelmeye hazırlanmaları tarihine tevâfuk ederek, ‘Düğümlere üfleyen büyücüler’in tam manasına tetabuk eder.”12
Dipnotlar:
1 İbrahim Suresi, 2 Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 2013, s.165 3 Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 2013, s.203 4 “Benden sonra hilâfet otuz sene devam edecektir.”( Müsned, 5:220, 221, 273) 5 Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 2013, s.202 6 Zümer Süresi:22 7 Zümer Süresi:22 8 Zümer Süresi:22 99 Bu şerh-i sadırla münasebettar bir tevafuktur, Üstadımdan anladım. Yirmi beş senedir daima ve en mühim bir duası “Allah’ım, göğsümü îmâna ve İslâma aç.” münâcâtı olmuş 10 Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 2013, s.92,93 11 Felâk Suresi: 4. 12 Şualar,2013, s.429