Bu isim, nesiller boyunca “güzel ahlâk, dürüstlük, doğruluk, ahde vefa, namus, sadakat, samimiyet, hürriyetperverlik, vatanseverlik, tam bir dindarlık” gibi özellikleriyle anılan ve sevilen İstiklâl Marşı şairimizin adı olarak zihinlerde ve kalplerde yaşayıp gidiyordu; tâ ki aynı ismi taşıyan ünlü bir televizyoncunun uyuşturucu, fuhuş, taciz gibi suçlamalarla göz altına alınıp tutuklanmasına kadar.
İstiklal Marşımızın abide şahsiyeti dürüstlüğü, samimiyeti ve İslâmî kimliğiyle Anadolu’yu ve Anadolu insanını temsil ediyor olmalıydı ki insanımız onu sevmekten ve sözde muasırlık adına dine, dindarlığa ve Akif gibi dindarlara savaş açanların şerrinden korumaktan asla vaz geçmedi. İnsanımız, çocuklarına gururla Mehmet Akif ismini koyarken bu vatanın “Asım”ın nesli”ni temsil edecek evlâtlarla yükselmesini zihninde idealize etti. Bu idealizm, yine Akif’in “Kenar-ı Dicle’de Bir Kurt Aşırsa Koyunu, Gelir de Adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu” gibi mısralarıyla İslâmcı siyasetin “adil düzen” propagandalarına baş tacı yapılıyordu. Yine “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem/Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem… Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam/ Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam” mısraları da geçmiş zilletlerin müsebbiplerine meydan okumak için terennüm ediliyordu.
İslâmî değerlerle yeniden dirilişin ve uyanışın timsali olarak bu topraklarda izzetle yaşayan Mehmet Akif Ersoy isminin bugün utanılası iddialarla genç nesillerin zihnini kirletmesi ne acı! “Kirlenen isim mi, hakikat mi? Çöken kim? Düşen insan mı, iman mı?” sorularıyla birlikte…
Yüz kızartıcı iddialar sebebiyle Mehmet Akif Ersoy’la birlikte göz altına alınan ve tutuklanan isimlerin muhafazakâr! ailelerden gelmeleri, başka bir deyişle “bizim mahalleden” çıkmaları, son yıllarda buna benzer olayların fazlasıyla artması, “Ne oluyoruz?” sorularıyla birlikte, akıllara iktidarın yıllardır dilinden düşürmediği “dindar nesil” politikalarını getirdi.
Yola “Davam!” haykırışlarıyla çıkanların; ruhunu, aklını, şahsiyetini ve değerlerini güçle, parayla değiştiren bir pespayeliğe konu olması çok derin bir analize muhtaçtır. Bu analiz bu yazının konusu olmamakla birlikte, “dindar nesil” arayışlarının ve çabalarının neden tutmadığı sorusu da bizim mahallenin en can alıcı sorusu olarak ortada durmaktadır. Çeyrek asırdır iktidarın, paranın ve gücün bütün imkânlarından yararlanan ve bilhassa son yıllarda her istediğini pervasızca yapabilen “dindar bir iktidar!”ın elinde öfke ve şiddetle, anne baba cinayetleriyle, yolsuzluklarla, arsızlıklarla ve hırsızlıklarla, çatırdayan ailelerle, yitirilmiş hayatlarla anılan bir toplum sosyolojisi bize neler söylemektedir?
Hakikatte derin bir yuvarlanışın ve çöküşün içindeyiz. Kültürel ve ahlâkî derinliğini kaybetmiş bir dindarlık anlayışını sadece dünyevî telâşların gündelik kazançlarına feda eden gerçek bir iflasın eşiğindeyiz. İslâm karşıtı, din düşmanı olarak etiketlediklerimiz, “bizlerin;” yani hayatın her alanında dini referans gösterenlerin “görkemli bir yenilgi” içinde olduğumuzu, belki de bir rövanş arzusuyla ellerini ovuşturarak söylüyorlar.
Şatafatlı bir ömürden sonra gelen hüzünlü bir mağlubiyet… “Görkemli bir yenilgi…” Şeklî dindarlığın çöküşü… Gerçekte, bu ne dinin, ne imanın, ne de hakikatin yenilgisidir. Bu, imanı yüreğine; yüreğini sokağa indiremeyenlerin ürettiği şeklî bir dinin yenilgisidir, düşen fildişi kulelerdir.
Hakikat yerli yerindedir ve hakikat erlerini beklemektedir. “Eğer çiğnenmemek isterlerse seylâb-ı eyyama/Rücu etsinler artık Müslümanlar sadr-ı İslâm’a” diyerek Müslümanları hak ve hakikatin özüne davet eden Akifler gibi…