Cumhuriyetimizin 102. yılını kutladığımız, insanlığın daha fazla demokrasiyi arzuladığı, daha fazla hukuku ve insan haklarını dillendirdiği bu günlerde, demokrasi havariliği ile övünen bir kıtadan “krala hayır!” seslerinin yükselmesi çok düşündürücü.
Geçtiğimiz hafta Amerika’da New York, Washington, Boston ve Chicago gibi büyük şehirlerde, yüz binlerce kişinin katıldığı protestolar yapıldı. Trump’ın son aylarda geliştirdiği baskıcı politikaları protesto için bir araya gelen büyük kalabalıkların ortak sloganı “No King” idi. Krala hayır!
Amerika’daki protestolar “hürriyetçilik” olarak ifade edebileceğimiz insanlığın fıtratını ve arayışlarını temsil ediyor. Hürriyeti en büyük değer olarak kabul eden günümüz insanı, hürriyet önündeki tüm zincirleri kırmak istiyor ve tek adamlığı ifade eden krallığı reddediyor. “Beşer esir olmak istemediği gibi ecir olmak da istemez” diyen Bediüzzaman, insanlığın arayışını, çok daha önceleri, “malikiyet ve serbestiyet” olarak tanımlamış, “Hürriyet insaniyet âlemine galebe çalmaya başlamıştır” diyerek gelecek asrın hürriyet asrı olacağını müjdelemişti. “Ne var ki, bugün dünyayı büyük ölçüde “krallar” yönetiyor, hem de demokratik yönetim adı altında.
Bediüzzaman’ın “Tebeddül-i esma ile hakaik tebeddül etmez” dediği bu durum, yine onun tüm insanlık tarihinin iki yüzlülüğünü ifade eden “Zındıklar ve münafıklar, istibdâd-ı mutlaka “cumhuriyet” namı vermekle, irtidâd-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka “medeniyet” ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye “kanun” ismini takmakla…” sözleriyle âdeta çağlar ötesine taşınıyordu.
Eski ABD Başkanı Obama, Bediüzzaman’ın dile getirdiği bu aldatmacayı yeni fark etmiş olmalı ki, geçtiğimiz günlerde verdiği bir demeçte bu durumla ilgili endişelerini şöyle dile getiriyordu: “Birçoğunuz gibi ben de dünyayı kasıp kavuran otoriterlik dalgasından giderek daha fazla endişe duymaya başladım. Politikacıların sivil toplumu hedef aldığını, basın hürriyetini zayıflattığını, adalet sistemini bir silâh gibi kullandığını görüyoruz. Ve kimse bu durumdan muaf değil. Tüm ülkeler bu durumun bir parçası.”
Temel hak ve hürriyetlerin ötelenmesi, sivil toplum hareketlerinin etkisiz hale getirilmesi, çoğulculuğun reddedilmesi, tek adamlığın kutsanması, ifade hürriyetiyle birlikte basın hürriyetinin baskılanması, yargının siyasallaşması, kanunların büyük sineklerin rahatlıkla delip geçebildiği, sadece küçük sineklerin takılıp kaldığı örümcek ağlarına dönüştürülmesi, keyfi muamelenin kanun yerine geçmesi, zulmün adalet külâhıyla dolaşması, gücün yıkıcı bir zulme dönüştürülmesi… Tek adamlığa, padişahlığa, krallığa yaslanan, Bediüzzaman’ın da “…Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar haydutturlar” diyerek reddettiği istibdat rejiminin ve o rejimin krallarının özellikleri değil mi, hangi diyarda, hangi libasta olursa olsun…
Bizde de, en az yüz elli yıllık demokrasi denemelerine, yüz ikinci yılını kutladığımız bir cumhuriyete rağmen bu özellikler hâlâ görülebiliyorsa, “cehalet ağanın, inad efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklit hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde”ki kurumsal müstebitlik devam ediyor demektir, kalıcı olma tehlikesi ile birlikte.
Bu tehlike nasıl bertaraf edilecektir? Meşrutiyet tartışmalarının yaşandığı günlerde merhum Akif şöyle demişti: “Sâde hürriyeti i’lân ile bir şey çıkmaz/Onu halka hazmettiriniz biraz.” Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bazı insanların fikren ortaçağda yaşadığı, ehl-i hamiyetin müstebite dönüştüğü bir zeminde “adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibaret” olan bir cumhuriyet kolayca hazmedilebilir ve hayata geçirilebilir mi? Elbette. Hürriyetler asrındayız, değişimler çağındayız. Hürriyetler çağını ifade eden “Saadet Asrı”nı aşkla arayan bir insanlıkla karşı karşıyayız. Azıcık bir kımıldanalım hele…