Beşeriz, şaşarız, hata ederiz, kusur işleriz. Hepimiz, ahirzamanın dehşetli hadisatı karşısında savrulabiliriz. O hâlde kimi affetmeli, kimden nasıl af ve özür dilemeliyiz?
Af ve özür dilemek dinimizin, insanlığımızın ve medeni olmamızın gereğidir. Affetmek ise, Kur’ân’ın tavsiye ettiği büyük bir haslettir. Rabbimizin “Afüv” Esma-i Hüsna’sının da gereğidir. Ancak, kimi affetmeli?
Kendi hakkından vaz geçmek ve hakkını çiğneyeni affetmek büyük bir fazilettir. Ancak, kul, yani, başkalarının hakkını affetmek bizim yetkimiz dahilinde olmadığını Bediüzzaman şu veciz ifadeyle ortaya koyar: “Meselâ, fert, mütekellim-i vahde (kendisi için) olsa; müsamahası, fedakârlığı, amel-i sâlihtir. Mütekellim-i maa’l-gayr olsa hıyanet olur.” (Sünûhat, Enstitü, internet, s. 20.)
Diğer taraftan zarara rızasıyla girene, yani, bile bile, taammüden haksızlık yapan affedilemez. Bu asrın acip bir hassasıdır. (Yani, elması elmas bildiği halde, camı ona tercih eder.) Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmesi ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüp eden musîbet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; “Biz buna müstehakız” derler.
“Evet, elması bildiği (ahiret ve iman gibi) hâlde, yalnız zaruret-i kat’iye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmeye ruhsat-ı şer’iye var. Yoksa, küçük bir ihtiyaçla veya hevesle veya tamâh ve hafif bir korkuyla tercih edilse, eblehâne bir cehalet ve hasârettir, tokata müstehak eder.
“Hem âlicenâbâne affetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur.” (Bediüzzaman, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 167)
Ancak, kişi ihkak-ı hak ile helâllik, af ve özür dilerse affedilebilir. Şöyle ki: “Nefsini itham eden, kusurunu görür.
“Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder (Allah’a sığınır). İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur.” (Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 91)