Bütün ses ve görüntüler tek hava zerresi/atomunda kayıtlı! Hava sahifesi Allah’ın bir arşıdır. Bir hava zerresi /atomu / molekülü bütün ses ve görüntüleri arşivlemiştir.
Ses; plakta, kaset bandında ve dahi ve görüntü çipte, kaydedilip arşivleniyorsa bütün sesler ses ve görüntüler hava, toprak ve su zerrelerinde/atomlarında/moleküllerinde de arşivlenmiştir.
Yani, Esma-i Hüsna’dan Hafiz (koruyan, arşivleyen, muhafaza eden) havada böyle tecelli ediyor, toprakta şöyle ediyor, suda şu şekilde tecelli ediyor. Şu halde her varlık ve hadisenin bütün görüntüler ve sesleri(miz) hava zerrelerinde arşivlendiği gibi, toprak zerreleri ve su zerrelerinde de arşivlenmektedir!
Ki, bunların herbirisi, “arş-ı İlâhinin” birer unsurlarıdır. Sözlükte arş, tavan, çatı gibi anlamları var. Özel anlamda kullanılan, herkesin anlayamayacağı söz olarak ıstılahi manası, sınırlandırılması insan aklının dışında kalan ve gerçeğini Allah’ın bildiği yüce bir makamdır. Cidre, yedi kat gök ve Cennet de Kürsî arşın altında tasavvur edilir.
Arş-ı İlâhî deyince O’nun sonsuz isim ve sıfatlarının, yani, ilminin, irade ve kudretinin tecelli ettiği yer anlamındadır.
Bediüzzaman, “arş” kelimesine çok çeşitli ve farklı anlamlar yükler. Herbir unsurun bir “arş-ı İlâhî” olduğunu söyler ve Yirmi Sekizinci Lem’a’da şu tesbitleri yapar: “Zât-ı Zülcelâl olan sâhib-i arş-ı a‘zamın (büyük arş sahibinin), ma‘nevî bir merkez-i âlem (âlemlerin manevî bir merkezi) ve kalb ve kıble-i kâinât hükmünde olan küre-i arzdaki mahlûkatın (yerküredeki varlıkların) tedbîrine medâr dört arş-ı İlâhîsi var:
Hıfz ve hayat arşı toprak, fazl ve rahmet arşı su unsurudur. İlim ve hikmet arşı unsur-u nur; emir ve irâdenin arşı unsur-u havadır.
Hava unsurunun yaptığı işleri anlattığı Hüve nüktesi zındıkların belini kırdı! Bediüzzaman, Hüve Nüktesi’nde, Cenab-ı Hakk’ın ilim, emir, irade ve kudretinin tecellileriyle Cenab-ı Hakk’ın varlığı, hiçbir şüpheye yer kalmayacak şekilde izah ve ispat eder. 30 seneyi aşkın kendisine yapılan işkencelerin sebebinin bu olduğunu söyler:
“Hüve Nüktesi gizli zındık düşmanlarımızın bellerini kırmış, onların istinadgâhı olan tabiat tâğûtunu dağıtmış. Kesif toprakta bir derece saklayabilirken şeffaf havada, Hüve Nüktesi’nden sonra hiçbir cihetle o tâğûtu saklamak imkânı kalmamış ki, küfr-ü inadî ve temerrüd-ü irtidadî sebebiyle adliyeyi aldatıp aleyhimize sevk ediyorlar.”
(Bediüzzaman, Şuâlar, s. 454)