Kendimi yapayalnız ve kimsesiz hissetmeye çalıştığım zamanlar oluyor. İnsan kendini yalnız ve kimsesiz hissetmeye çalışır mı demeyin. Hele de böyle bir zamanda. Zaten kalabalıklar içinde yalnız bazen de yapayalnız değil miyiz?
Mezarın altına topluca da girmeyeceğimize göre. Sizce kendimi yapayalnız ve kimsesiz hissetmemde ne kötülük olabilir ki? Geçici bir dünyada gerçekte göçebe yaşadığımızı unutup her zaman burada kalacakmışız gibi davranmak size de ilginç gelmiyor mu?
Her zaman başkası ölecek, "musalla taşına uzanmak" bize yazılmamış sanki. Yüzümü batıya döndüğümde, doğudakilerin; doğuya döndüğümde batıdakilerin donup kaldığını, benim onlara bakmamla her şeyin normale döndüğünü zannederdim.
Kendimi dünyanın merkezi gibi hissettiğim zamanlar çoktu… Hatta bakışımın ve varlığımın çok şeyleri düzelttiğini zannederdim. Ne yani sizin de benim gibi hissettiğiniz dönemler olmadı mı? Herkes ölecek, siz ve ben kalacağız dünyada. Çünkü ben ve siz herkesin dışındayız. Ben bu hissi yani "herkes ölecek ama ben kalacağım" hissini 15 yaşıma kadar dolu dolu yaşadım.
Ta ki öğle arası karnımızı doyurmak için uğradığımız babaannemgilde ikram edilen baklavanın şireli alt kısmı gelip nefes borumu tıkayana kadar. Gözlerimle etrafa öylesine sessiz, sakin ve masum bakıyordum ki kısacık ömrüm bir film şeridi bile oluşturmaya yetmiyordu.
Gözüm yavaş yavaş kapanmaya başladığında, yaşadığım teslimiyeti size anlatmaya kelimeler yetmez. İnanın bu satırları yazarken ölüme yaklaştığım o halde gözümün kenarından süzülen yaşı hatırladım.
Ölecektim ve neden öldüğümü kimse bilmeyecekti. Kazara birinin aklına gelip de ölüm sebebimi merak eder ve ağzımı bir dedektif merakıyla açarsa, ağzımın derinlerinde boğazımın girişinde nefes boruma şıp diye oturmuş şireli baklavanın sebep olduğunu belki anlayacaklardı.
Aman Ya Rabi, ne tatlı bir ölüm. Fıstıklı ve tereyağlı baklavanın en lezzetli kısmıyla süslenmiş şireli ballı bir ölüm. Abartmıyorum bağı çözülmüş dizlerimin üstüne çökmüş halimle…
Tarif edilemez çaresiz… Kimsesiz… Yapayalnız bir sükunetle… Yarıya yakın kapanmış olan ve hayatla vedalaşan gözlerle… Rabbimin ömrümün devam etmesini istediğini, halamın mutfak kapısında elinde nineciğime getirdiği bir bardak suyla belirdiğinde anladım.
Yarı ölü bedenime tekrar dönen ruhumla son bir hamle yapıp yarış atı gibi fırlayıp elindeki şişeyi alıp ağzıma diktiğimde, şireli baklavanın nefes borusunu terk edip nereye gittiğini düşünmeden, hayata yeni doğmuş bir bebek gibi ağlayarak geri döndüğümü, aynı anda halamın şok olduğunu…
Ablamın ve arkadaşının ne olduğunu anlamaya çalışırken bana baktıklarını… Benimse bağırarak ve hıçkıra hıçkıra ağlayarak etraftakileri dehşete düşürdüğümü hatırlıyorum.
"Ölüyordum, ölüyordum… Az kalsın ölüyordum… Ölüyordum ve siz benim çırpınışlarımı görmediniz," dedim kendilerine… Sanki her an benimle ilgilenmeye mecburlarmış gibi.
Ölseydim:
Dünyanın merkezi çökecekti (!)
Bu satırlar yazılmayacak,
Gökyüzünün rengi en azından benim için değişecek,
O yaşımdan şimdiye kadar yaşadıklarım yaşanmayacaktı…
Evet evet, ölseydim musalla taşına uzanan ben olacaktım.