Said Nursî ve eserleri hakkında yaklaşık yüz yıldır bir “aydın hastalığı” var. Buna “Cumhuriyet aydını hastalığı” veya “entelektüel hastalığı” da denilebilir.
Bu hastalık, ilk başlarda daha çok “dinden-diyanetten uzak” kimselerde görülüyordu. Sonradan buna bir kısım İlâhiyatçı ve Diyanet mensubu kimseler de dahil oldu. Hatta, son zamanlarda din ve İslâmiyetle ilgili hacimli bilgiye sahip olduğu iddiasında olan bazı “enaniyetli hocalar”da Said Nursî’ye cephe alma, tenkit etme, fikirlerini küçümseme, eserlerini okumaya tenezzül etmeme eğilimi görülmeye başlandı.
Buna rağmen, Bediüzzaman Said Nursî’nin eserleri olan Risale-i Nur Külliyatı, anketlerde "Bütün zamanların en çok satan ve okunan eserleri" ünvanını koruduğu görülüyor.
Bu durum, son derece ciddî ve bir o kadar da dikkat çekici olsa gerek. Düşünün ki, aydınlar ve entelektüel kesim, herkesten çok kitap okuyor olmalı. Ama, gelin görün ki, bu kimseler, en çok okunan kitaplara hem yabancı, hem mesafeli davranıyor, hem de küçümseyici bir edâ ile “Okumaya değer görmüyorum” edâsıyla Nur Risalelerine karşı tuhaf bir tavır sergiliyor.
Peki, bu hali nasıl tasvir etmeli ve bu tavrın tarifini nasıl yapmalı?
Oturaklı bir cevap için, “aydın”dan çok “münevver” sıfatına lâyık olan Cemil Meriç’in teşhisine bakmalı. Jurnal isimli eserinde “aydınlar” için şunu söylüyor, o cesur yürek: “Türk aydını, Tanzimattan beri Batı kapitalizminin şuursuz simsarı olmuştur.”
Bu hususta başka ne diyor Cemil Meriç?
Aslında çok şey söylüyor. Ama, biz Umrandan Uygarlığa isimli eserinden kısacık birkaç cümlelik iktibas daha yapmakla iktifa edelim:
“Zavallı Türk aydını... Batılı dostlar alınmasınlar diye, hazinelerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hazineleri olduğunu. Düşmanın putlarını takdis eder, hayranlıklarını benimser.”
“Bir millet, entelijansiyasıyla (aydınlar topluluğuyla) millettir. Kendisinden utanan bir entelijansiya ne getirebilir? Bunlar Müslüman değildir, Türk değildir; Anadolu ruhuyla bir münasebetleri yoktur.”
«
Bilhassa son yüz yıl içinde Cemil Meriç ayarında münevver çok az çıkmıştır. Bilgisiyle, mertliğiyle, cesaretiyle eşdeğer görülebilecek acaba kaç kişinin ismi zikredilebilir?
Yarım düzine kadar olsun isim yazmak o kadar zor ki…
Ama, “aydınlar topluluğu”na bakarsanız, sürüyle isim bulabilirsiniz. Peki, neye yarar? Dahası, bunların ortak özelliği nedir? Özetle şudur: Dindarlığı gericilik olarak görür. Kurân’ın çağları aşan mesajlarına yabanî durur. İslâmiyetin insanlığa bahşettiği saadet prensiplerinden bîhaber yaşar. İmanın hayata hayat olduğunu bilmez. Nihayet, seksen küsûr senelik hayatının tamamını imana, İslâma, Kur’ân’a vakfeden Bediüzzaman Hazretlerine ve milyonların okuyup istifade ettiği Nur Risalelerine karşı menfî bir tavır içinde olmayı “aydın” olmanın bir şartı, bir gereği sayarak, merhum Meriç’in şiddetli tokadına hak kazanmış olur.
«
Yazının finalini, yine cesur münevver Cemil Meriç’in aynı noktaya parmak basan birkaç cümlesini iktibas etmek sûretiyle sunalım. Buyrun, Said Nursî, aydınlar ve münevverler bahsini aşağıdaki veciz ifadeler eşliğinde birlikte mütalaa edelim:
“Bediüzzaman, benim için hâlâ sisler arkasındadır. Bu, yalnız benim değil, bütün aydınların ortak günahı.”
“Şahsen, Bediüzzaman Said Nursî ve eserlerini daha evvel tanımamanın bedbahtlığı içindeyim.”
“Önce Batıya yönelerek peşine düştüğüm hakikati, yine Doğu’da buldum. Doğu’da ise, en parlak yıldız olarak Said Nursî’yi tanıdım. Tanzimattan bu yana İslâm tefekkürünü temsil makamında bir tek onu tanıdım. Başka hiçbir şahsiyet bu makamı dolduramıyor, hakkını veremiyor.” (Mustafa Miyasoğlu, Suffe Yıllığı, 1982.)