Çam Dağı’nda hüznü sevincinin yolunu sık sık kesen bir adam...
Mütevekkil, mütefekkir, esrarlı bir adam...
Korku nedir bilmez mi bu adam! Hani ekmek hani su, şu, bu işte! Bir insan nasıl yaşar; bilirsin. Bunun gecesi, gündüzü; hastalığı, sağlığı var. Bir de sen -ne hikmetse- sürgünsün. İstiklâl madalyan da var. Ve dünyada seni tanmayan yok. Ve sen burda; dağın tepesinde, rüzgârların hu’ğultusunda...
(Haa bir yandan da bulunmaz bir şey bu hava, bu dağlar, bu kuşlar, sesler, manzaralar... Bu armağan olmasına armağan da... İş başka...)
Kendi başınasın... Okumanın, düşünmenin, yazmanın ta içindesin. Kendi söylüyor ki bazen çobanlar da gelmiyor; iyice yalnız kalıyormuş.
Herkes gibi sen de olana bitene he deseydin belki saraylarda ağırlanacaktın! Ne yapar ne eder oralarda bu “genç” adam! (Harb-i Umumi’yi gören ihtiyardır, diyor da o yüzden “genç” kelimesini tırnak içine hapsettim.)
Ağaçlarla, kurtlarla, kuşlarla, karıncalarla, bulutlarla, gökyüzüyle, hepsinden dahası -çoğumuzun terk ettiği- kalbiyle konuşur.
Siz hiç rüzgârla muhabbet ettiniz mi? Yalnızlıkla buluşmanın, konuşmanın adını koydunuz mu hiç? Bir gece yarısı arabanızdan inip yıldızları seyrettiniz mi hiç? Seyrettiyseniz sakın, ürpermedim, demeyin! Yapmayın etmeyin; geceyi böyle haliyle tanıdım bir gece de ben ürperdim. Arabaya nasıl kaçtığımı bilemiyorum. Yanımda doktor bir arkadaşım da vardı. Belki de duyurmadım ona; “teşhis” koymasından çekindim belki!
Geceler öyle şakaya gelmez. Benim için hep bir bil-mece, çöz-mece bir şeydir. O gece yıldızlar hep birden gözlerime doluyor, üstüme üstüme soluyor sandım. Sessiz birer çığlık olduklarını duydum. Ürpermenin, ürkmenin ötesinde -dedim ya- korkulara dayandım.
Fakat bu bizim yıldızlardan bile ürpertimiz onda -değil yıldızlarla- vahşi zannettiğimiz hayvanlarla dostluğa döner.
Onun o (bayıldığım) cümlesini demesem içimde bir şeyler yarım kalır. O dağlarda ne yapmış; şunu yapmış: “İnsten tevahhuş ve vuhuşa ünsiyet ettim” diyor. İnsanlar artık bana madem ki uzak... Madem ki beni her şeyden tecrit ediyorsunuz. İşte ben de sizin korktuğunuz, bu, vahşi diyerek kaçtıklarınızla arkadaş oldum. Hemhalim onlar benim... Candaşlarım, sırdaşlarım, derttaşlarım...
İnsan olmak böyle bir şey demek... İnsan... ünsiyetten; alışan, arkadaş olan, uyum sağlayan demek ya...
Bir de unutan anlamı da var ya... Sizleri unuttum; bunlarla arkadaşım, diyor. İnsan işte böyle hep yeni kapıları çalanmış meğer.
Öldüm, bittim diyerek zaten seni istemeyenleri memnun etmek niye!
Yıldızlara el salla. Bir güle gül. Bir kediyi sev; kulağını daya mır mırlarının sadece “mır mır” olmadığını duy. O işte bu kedilerin ya Rahim, ya Rahim dediklerini duymuş. Sözler’inde de yazmış bunu. Sen de duyabilirsin diye yazmıştır muhtemelen.
Vuhuşa ünsiyet de edebilir miyiz acaba; gitsek bir dağ başına; kalsak orada birkaç gece... Cesaretimiz var mı acep!
İşte onun Çam Dağı’ndan bize yazdığı mektubun bir ucu: “Ben şimdi Çam Dağı’nda, yüksek bir tepede, büyük bir çam ağacının tepesinde, bir menzilde bulunuyorum. İnsten tevahhuş ve vuhuşa ünsiyet ettim. İnsanlarla sohbet arzu ettiğim vakit, hayalen sizleri yanımda bulur, bir hasbihal ederim, sizinle müteselli olurum. Bir mâni olmazsa, bir iki ay burada yalnız kalmak arzusundayım.”