Düzgün, yumuşak, akıcı, zengin, vurgulu, tonlamalı, renkli Türkçesi -mesleğim itibariyle- dikkatimi çekerdi.
(Daha öyle -konuşan- bir idareci gelir mi; bilmem!)
Elinde, cebinde notları olurdu ama kafasının ve kalbinin ortalamasını irticalen söylerdi.
“Halkın seviyesine inmek…” gibi “kalıplaşmış/beylik” sözleri onun için söylemem çünkü zaten o halkının bir nevi özetiydi.
Evinin sadeliği, kitapları görülmeye değerdi.
Misafirlerini dinlerken süratle ve sürekli “not alması” dikkatimi çekmişti.
Başı sıkışanların çalacağı bir ümit kapısıydı. Aleyhinde “tiyatro çeviren” Levent Kırca bile ihtiyacını ona açabiliyor, sıkıntısını giderebiliyordu.
(Bu genişliğe ihtiyacım yok, diyebilir mi dünya!)
Said Nursî'ye büyük bir hayranlığı vardı. Adını anmanın sıkıntılı olduğu o dönemlerde: “Ona âlim demeyenin alnını karışlarım.” diyebiliyordu. (Âlim, mütefekkir, son adam… gibi başka ne denecekse o da okuyanlarına, ülemâya, sana bana kalmış artık. O, âlim diyerek bir yanına ışık tutmuş. Araştırmacılar henüz bu konuda yaya… Diyanetin bastığı kitaplarından bile camilere koymak fermana mahsus; bu da ayrı bir iş; geçelim.)
Nursî'nin cumhuriyetçi ve demokrat olduğunu keşfeden nadir idarecilerdendi. İkisinin de hedefi, özlemi hürriyetti. (İkisi de esaretin karanlık yüzünü gördü.)
Aklın yarısının komşuları ile iyi geçinmek olduğunu bildiğinden hiçbir komşu ülke ile arası açık değildi. (Sonradan oldu n’olduysa!”)
Hazır cevaptı. Esprili konuştuğundan seveni de sevmeyeni de ne diyecek diye ağzının içine bakardı.
Ortamı sakinleştiren bir yapısı vardı. Yerinde fıkra anlatır, atasözlerini araya sıkıştırırdı. Kısa cümlelerle konuşurdu. Saatlerce dinlemek isterdiniz.
“Yasaksız ve Konuşan Türkiye…” bir hürriyet çığlığı idi. Bu, onun için idealdi. (Penelope’un örgüsüne/kısır döngüsüne geleceğimiz; aklımın ucundan geçmezdi. Onca sıkıntının büyük bir kapıya çıkacağını/açılacağını düşünürken boşluğa düşeceğimiz de varmış meğer! Hasbünallah…)
Asık suratlı idarecileri görmek, dinlemek ne yorucu ve ne sıkıcı şeydir. Hiç hoşuma gitmez öyleleri. Niye ki diye sorarım kendi kendime. Niye ki bu, yüzünden düşen bin parça hâller?! O tebessüm ederdi susarken, konuşurken…
“Binaenaleyh” ölüm haktır ve dünyayı biz de bitirdik, diyenlerden oldu. Siyaseti bize bırakıp gitti de... öylesi de kolay kolay gelmiyor işte! Yeri boş.
Hoş; kişilerden ziyade Meclis’in konuştuğu ülkeler dünya döngüsünde ön saflarda.
Açık rejim hayranıydı. Zenginleşmenin motorunun şeffaflık olduğunu hep söylerdi. Yoksa vergilerinizin akıbetini bilemezsiniz.
Demir asâ demir çarık, dere tepe gezdi. Hürriyeti, demokrasiyi, sandığın önemini anlatırdı.
Devletin kör kuruşu varsa; işte yakam; gelin, yapışın, diyordu.
Muktesitti. İsrafın düşmanıydı.
Yüzlerce esere çok kısa zamanda imza attı. Dünyada az görülen adımlar attı.
İki sefer mazbatası elinden silah zoruyla alındı. Alındı; böyle… Ya bir de rahat bırakılsaydı?!
Vatandaşı azarlamayı bilmezdi.
Az vergi; çok hizmeti şiar edindi.
Evvel ahir tavsiyesi; hürriyeti zincire vurmayın; keser döner sap döner; o zincir size dönerdi.
Devlet; millet içindi. Hesaplar insan huzuruna ayarlı yapılmalıydı.
Türkçeyi bu denli güzel konuşan adamın işleri de güzel olurdu. Kitaplara gömülmüş bir adam kitap gibi olurdu.
Mütevazı idi.
Hemen arkasında -benim de kütüphanemde olan- İbnü'l-Emin Mahmud Kemal'in Son Devir Sadrazamları’nı görünce çok da şaşırmadım.
Adam okuyordu ve zaten okumadığımızdan okuyanları da anlamıyorduk. Onu da anlamadık.
Allah rahmet eylesin.