Rahmetli Yavuz Bahadıroğlu’nun şöhretinde payımın ciddî olduğunu -yine- “kendisinden” öğrenecektim.
Gazetede yazmış: “Her okulda [mı; şehirde mi?!] bir Ali Hakkoymaz olsa Türkiye’nin okuma oranı şöyle böyle olur.” gibisinden…
(Bir ağabeyim iletmişti bana bu sevincini; gazeteyi okuyunca. Bunu özellikle yazdım ki genç meslektaşlarım önce kitap okutmayı sevdirerek işe başlasınlar. Kendi keyiflerine göre olsun kitap listeleri de. Benim gibi gençliğin heyecanı ile dayatması olmasın!)
Sonra sonra tavsiyelerim çok çok renklendi elbet. Birçok yazarı daha ekledim listeme. Acemilik ve sınırlar öyle kolay atılmıyor ki… İşe bugün başlasam tavsiye açımı çok daha geniş tutarım elbet.
Ziya Osman’ın Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’nden, Değişen İstanbul gibi edebiyatınızın köşetaşlarından başlarım işe meselâ. “Hatır” için kitap tavsiye etmezdim. Edebî değeri gözetirdim önce de… Ben neyi ne kadar biliyordum ki… Adımları mı öyle ataydım! Geçti o günler.
Sonra Cahit Sıtkı’nın hikâyeleri… Çocukları “pat” diye tarihin eskimiş sokaklarına götürmezdim. “Eski hâl muhal…”i öğrenene kadar; olacaklar oluyordu.
Pişman mıyım?
Biraz.
Bu da benim “birazım” olsun.
Niye?
“Eski hâl muhal; ya yeni hâl ya izmihlâl…” ya!
Yaaa!
Kaderin bir yerden sonra beni durdurmasının sebeb-i hikmetini çok sonraları düşünecektim.
O mehter marşlı kitaplarla, Vâdi’li filmlerle cehalet, fakirlik, ihtilaf azalıyor mu; artıyor muydu?!
Tevhidi, nübüvveti, haşir akîdesini, ibadeti ve adaleti hayatımıza sabitelemedikten sonra; zulmün ayyuka çıkmasının önüne nasıl geçecektik?
Zamanımızın silah değil; kalem/kelime/diplomasi çağı olduğunu görene kadar yaş geçiyormuş.
Geç fark ediyoruz taşın sert; ateşin yakıcı olduğunu… Heyhat!
Mütevazı sorulara cevap veren öğrencilere; al sana kitap… diyordum. Bazen uzaktan fırlatmalar… Artistlik…
Gencim… Yaşamak doluyum… Onları da hayata katmam gerek… Hattâ yanlış cevap verenlere de hediye kitap…
Niye?
Bilenlere, başarılıya herkes bir armağan verir; ötekiler mahrum mu kalsın; kalmasın elbet.
Mustafa, Cemil, ben; Beyazıt’ta tuttuğum küçücük bir evde idik.
Ne günlerdi; Cemil, ha!
Her yerde gürül gürül konuştuğumuz masal günlermiş desem çok da mübalağa olmaz. Darbe günleriydi hem de… “Taktığımız” yoktu ki…
Ben dönmek isterim o günlere.
Mustafa… Nerde mi?
Haziranda (1984) öldü; yirmi beş yaşında. Mehmet Kaplan’a (hocası) Fatih Camii’nin avlusunda başsağlığı dilediğimde: “Beynimden vurulmuşsa döndüm; evladım!” dediği dün/bugün gibi aklımda…Hoca’nın da Mustafa’nın tabutuna süzülüp gidecek bir hâli gözlerimin önünde durur. Bu anlar benim için hayatın hayalimde betonlaşıp kalan yanlarındandır.
Beraber kaldığınız, sabahlara kadar sanat, edebiyat -şiir hep ayrı yerde- konuştuğunuz biri, bir gece anlısın/ansızın çekip gidiyor.
İçim mezar yığını… Ama yukarıdaki mısraları yazacağım günleri görmek de varmış. Sanatta, ziraatte, ticarette en geri ülkeler arasına düşerek…
Doldum be Cemil! Hüzün dolusu oldum. Dokunsan…
Ne çok gayret ektikti öyle; daha daha o hayalimizdeki Türkiye için…
Nasıl savrulduk böyle?
*
Ali nin Cemil’e notu:
Bir şeyler yazacak olursan; bu köşede otur bir gün de… O gün de ben seni okuyup seyredeyim bir ayna gibi. Yaz bir şeyler haydi; üşenme! Hatıralar böyle kanatlandırıyor insanı.