"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

İman ve Kur’an, inhisar altına alınamaz

30 Ekim 2021, Cumartesi
Bediüzzaman: “Hak ve hakikat inhisar altına alınmaz. İman ve Kur’an nasıl inhisar altına alınabilir? Hakaik-i imaniye ve esâsât-ı Kur’âniye Resmî bir şekilde ve ücret mukabilinde, dünya muamelâtı suretine sokulmaz.”

DİZİ: LAİKLİK MESELESİ - 3
YENİ ASYA ARAŞTIRMA MERKEZi

1.4.  Laiklik Türkiye’de Nasıl Uygulandı?

Ali Fuat Başgil Hoca’ya göre; Cumhuriyet’e kadar dinî taassup, Cumhuriyet’ten sonra da siyasî taassup din hürriyetine zarar vermiştir. Dine bağlı devlette, memurlaşan din adamlarının maddî ve manevî ilerlemelere karşı mukavemet kalesi teşkil ettiklerini yazar.

Devletin tamamen dinî kaidelere veya dini temsil eden kişilere teslim edilmesinin İslâmiyet’e getirdiği zararlar o kadar büyüktür ki, Batı´daki İslâm karşıtları bir-iki Müslüman devletteki yanlış uygulamaları serrişte ederek otuz küsur senedir Müslümanlığa hücum edip Müslümanlara dünyayı dar etmeye çalışıyorlar. İran’daki devrimin ve Afganistan’daki Taliban hareketinin dünyadaki yankıları ve yansımaları incelendiğinde, bu zararın saldırgan dinsiz Avrupalıların zararlarından geri kalmadığı görülür. Kaldı ki devleti dine bağlayanlar ve uygulamalarında cebre mecbur olan bu ülkeler, birçok insanın lâkaydlıktan münafıklık perdesine kaçmasına sebep olmuşlar. İran’daki Müslümanların durumu ve buradaki güçlerin hayattaki din anlayışları ve istibdatları doğru bir şekilde analiz edildiğinde, devlet eliyle dindar nesillerin yetiştirilemeyeceği hakikati kendiliğinden ortaya çıkar. Bilhassa din adına veya İslâm şeriatı adına ülkelerini idare edenlerin coğrafyalarından; Avrupa’ya ve Amerika’ya iltica edenlerin İslâm’a olan soğuklukları, “din devleti” peşindekilerin üzerinde çok düşünmeleri gereken bir noktadır.

Fransız İhtilâli’ni takip eden süreçte Avrupa’da, idarede dini önceleyen herhangi bir devletin kalmadığını görüyoruz. Belki de, Fransız İhtilâli’ni örnek alan ve İslâmiyet ile Hıristiyanlığın farklarını bilmeyen Asya ve Afrika ülkelerinde, maalesef dinin siyasete bağlandığını müşahede ediyoruz. Laiklik adına yapılan bu yanlış uygulamada zahiren devlet dinî alanın dışına çıkarılmış gösterilse de; hakikatte bazı hilelerle kanunlar perdesinde dinin devlete bağlandığını, hadiselerin yansımalarından anlıyoruz. Devletin dine musallat olmasını -Fransa örneğini esas almadığınız takdirde- 13 Nisan 1909 ihtilâliyle başlatanlar olduğu halde, Ali Fuat Başgil gibi, bu uygulamanın Sovyet Rusya´daki rejimlerle birlikte ortaya çıktığını söyleyenler de var. Her iki halde de dinin (Hıristiyanlığın) Fransa’daki mağlûbiyetinden sonra siyaset veya devlet, dine öyle veya böyle müdahaleye başlamış. Sovyet Rusya’ya bağlı ülkelerdeki uygulamayı arattırmayacak Türkiye tatbikatının şahitlerinin bir kısmı hâlâ hayattadırlar. Türkiye’deki tek parti uygulamasını, kendi bünyelerine göre Arap ülkelerinde tatbike kalkışan Baas Rejimi’ni de burada kaydedebiliriz. Mısır’daki, Irak’taki, Suriye’deki, Yemen’deki ve Libya’daki diktatörlerin; dinî müesseseleri devlete bağlayarak hem laikliği ihlâlleri hem de din hürriyetlerine getirdikleri zararlar, müstakilce yapılması gereken çalışmalarla ortaya çıkacaktır. 

Biz şu kitabımızın bu bölümünde, yalnızca Bediüzzaman’ın karşılaştığı uygulamalar ve yaptığı tesbitler üzerinde durmadan önce, Ali Fuat Başgil’in meselemizin anlaşılmasına yardımcı olacak iktibasını arz edelim: 

“Devletin laiklik uygulamalarında gözetmesi gereken bir diğer nokta, din hizmetinin memurlaştırılarak dini, dinî irşadı resmî kalıplar içine sıkıştırmamasıdır. Eskide memurlaşan din adamları (ulema-i rüsum) tarafından idare edilen yönetimlerde görülen mahzurlar, belki de daha fazla olarak; son zamanlarda laiklik adına ortaya konan uygulamalarda kendisini göstermektedir. Batı tipi teokrasilerde, devlet ve içtimaî hayat bütünüyle Kilise tarafından idare edilmiş iken, devlete bağlı din sistemlerini üreten laik düzenlerde, diyanete siyaset ve hükümet hakim olur. Din adamlarını siyasetçiler tayin eder; onları cezalandıran, ödüllendiren, doyuran ve bu arada -tabiî ki- nasıl bir dinî irşadda bulunacaklarını amirâne belirleyen siyasî makamlardır. Dinin siyasileştiği bu tarz uygulamalarda, yani devlete bağlı din sisteminde hükümet adamları ve politikacılar birer fuzulî din doktoru ve ehliyetsiz reformcu rolünü oynamaya kalkışırlar. Dinin asırlar içinde yerleşmiş örfî ve tarihî kıymet almış akide, usûl ve adabı üzerinde tıpkı oyuncaklarıyla oynayan çocuklar gibi oynamaya yeltenirler.“ (Ali Fuat Başgil, Din ve Laiklik, 3. baskı., İstanbul: Yağmur Yayınları, 1977, s. 169) 

Laikliğin Türkiye’de yanlış anlaşılmasının birçok sebebi var. Bize göre önemli sebeplerinin başında; genç Cumhuriyet’in kuruluşundaki münafıkça duruşlardır. Çeşitli entrikalarla, din-diyanet karşıtlıklarını “laiklik” örtüsüyle halktan gizleyen kadroların yaptıkları temel yanlışları millet olarak hâlâ çekiyoruz.

Hilâfet saltanatı ile idare edilen devletten diktatör laik devlete geçişi, dinsiz emperyalist Avrupa’nın desteğiyle gerçekleştiren kadroların başvurdukları “nifak“ sistemini anlayamadan; Türkiye’de laiklik adına dinde yapılmış tahribat ile dindarlara reva görülmüş zulmü anlamak fevkalâde zordur. Padişaha bağlı ve sonradan Şeyhülislâma tabi kadroların genç Cumhuriyet’le birlikte yalana ve yanlışa sürüklenmelerinin sebepleri üzerinde, inşallah araştırmacılarımız doyurucu çalışmalarını yapacaklardır.

1920’den 1923´e ne değişmişti? Hatta 1924´te kabul edilen anayasada, Türkiye Cumhuriyeti’nin dini İslâm olarak geçiyordu. Yani temelde daha çok, demokratik bir din devletiydi o günün Türkiye’si. İsmet Paşa ve arkadaşlarının gizli çalışmaları neticesinde, demokratik olarak seçilmiş meclis, “din-i İslâm” tabirini anayasadan ansızın kaldıracaklardı. 1928´den 1937´ye kadar ne İslâmiyet’ten ne laiklikten bahseden bir anayasamız olacaktı, Türkiye’de... Bu ikiyüzlülüğün, bu münafıklığın sebeplerini, süreçlerini ve mahiyetlerini “doğru tarihimiz” yazacağından, şu çalışmamızda üzerinde duramayacağız. Hz. Peygamber´in (asm) isminin bile neşriyat âleminde, Matbuat Umum Müdürü Vedat Nedim Tör’ün imzasıyla yasaklandığı bir idarenin laiklik anlayışının tamamen dine düşmanlık üzerine kurulduğunu yüzlerce tatbikatlarının belgelerinde hâlâ açıkça okuyabiliyoruz. Haklar ve hürriyetler cihetiyle bu zifiri karanlık dönemin mahiyetini, o günlerde yaşananları belgeleriyle ve delilleriyle eserlerinde yazacak tarihçilere havale ederek, yine Bediüzzaman’a dönelim.

1.5. Tek Parti Döneminde Laiklik Uygulamaları

Ülkemizde fevkalâde tartışmalı olan bu mevzuda, mümkün olduğu kadar müşahhas ve ilmî prensipler çerçevesinde kalmaya gayret edeceğiz.

Merhum Ali Fuat Hoca; din hürriyetinin ve laikliğin doğru uygulanmasını, inanma ve ibadet hakkının yanı sıra öğrenme, öğretme, neşir ve tedris müesseselerinin olup olmadığına bağlıyor. (Bkz. Ali Fuat Başgil, “Din ve Laiklik”, s. 101-149). İddiaları ve teorileri bir tarafa bırakıp, şu çalışmamızda o günün uygulamaları üzerinde duracağız.

Henüz Osmanlı’dan gelen kısmî demokrasinin meclise ve devlete hâkim olduğu günlerde, 1922’lerin sonlarında, M. Kemal’in Said Nursî’ye yaptığı o meşhur teklif (üç yüz lira maaş, Ankara’da bir köşk, Şark Umumî Vaizliği, Medresetü’z-Zehra Projesi ve Muş Milletvekilliği) Kemalist devrimcilerin bu husustaki niyetinin ipuçlarını göstermiş olacak ki, Bediüzzaman hem rüşvet niteliğindeki bu tekliflerini hem de birlikte çalışmayı kesin bir dil ile reddetmişlerdi. Önceleri dine bağlı devlet çizgisinde yürüyen hükümetin, devlete bağlı din mecrasına geçeceğini, o günlerde yalnızca Bediüzzaman anlamıştı. Şeyh Said meselesini bahane göstererek ortaya koydukları Takrir-i Sükûn Kanunu’yla dindarlar üzerinde ceberrut ve zebanî kesilen yeni hükümet, 1928´e kadar dindarları ve dinî hayatı idamlarla, zulümlerle ve sürgünlerle tamamen istibdadı altına alacaktır.

Osmanlı uleması ve hürriyetperverlerinin hayatta bırakılanlarının bir kısmının ülkeyi terk ettikleri ve diğerlerinin ise inzivaya çekildiği bu karanlık günlerde, Bediüzzaman vatanında kalarak, Barla nahiyesinde kalemiyle din hürriyeti düşmanlarına karşı, Kur’ân’a dayanarak manevî taarruzda bulunacaktır. Onun Barla’da kaleme aldığı Yirmi Beşinci Sözün Zeyli, On Altıncı Mektup, Yirmi Altıncı Mektup ve bilhassa bu mektubun Üçüncü Mebhası ile Yirmi Dokuzuncu Mektup ve yine özellikle Altıncı İşaret’teki altı sual ve Yedinci Meselesiyle, laikliği dinsizlik manasında uygulamaya kalkışan hükümetin üyelerini dehşetlice tokatlıyor. Fevkalâde mühim; fakat çokça geniş olan bu mevzu, başlı başına bir çalışmanın konusu olmalıdır. 

O günkü tatbikatın mahiyetinden haber vermesi cihetiyle yalnızca bir paragrafını iktibas ediyoruz:

“Nev-i beşerde (insanlık âleminde), hususan bu asr-ı hürriyette (bilhassa bu hürriyet asrında) ve bilhassa medeniyet dairesinde, hemen umumiyetle hükümferma (karar, hüküm sahibi) hürriyet-i vicdan (vicdan hürriyeti) düsturunu kırmak ve istihfaf etmek (hafife almak) ve dolayısıyla nev-i beşeri istihkâr etmek (hakîr görmek) ve itirazını hiçe saymak kadar cür’etinizle, hangi kuvvete dayanıyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var ki, siz kendinize ‘ladinî’ ismi vermekle ne dine, ne dinsizliğe ilişmemeyi ilân ettiğiniz halde, dinsizliği mutaassıbâne (fanatikçe) kendine bir din ittihaz etmek (din edinmek) tarzında, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz, elbette saklı kalmayacak, sizden sorulacak. Ne cevap vereceksiniz? Yirmi hükümetin en küçüğünün itirazına karşı dayanamadığınız hâlde, nasıl yirmi hükümetin birden itirazını hiçe sayar gibi hürriyet-i vicdaniyeyi (vicdan hürriyetini) cebrî (zorbalıkla) bir surette bozmaya çalışıyorsunuz?” (Mektubat; s. 417)

Laikliği, Başgil’in tabiriyle münkirlik olarak telâkki eden tek partili adamlar istibdatları ve zulümleri için kanunlar yapıyorlar, yönetmelikler çıkarıyorlar ve din hürriyetine hücumu o kararnameler çerçevesinde gerçekleştiriyorlar. Dini ve Diyaneti bir kurum ile kontrollerine alanlar, Bediüzzaman’a “Bize ahkâm-ı diniyeyi (dinin hükümlerini) ve hakaik-i İslâmiye’yi (İslâmiyetin gerçeklerini) talim (öğretecek) edecek resmî bir dairemiz var. Sen ne salâhiyetle (yetki) neşriyat-ı diniye (dini yayma) yapıyorsun? Sen madem nefye (sürgüne) mahkûmsun; bu işlere karışmaya hakkın yok.” (Mektubat s. 72) sorularıyla çıkışacaklardı. 

Bediüzzaman ise: 

“Hak ve hakikat inhisar (tekel) altına alınmaz. İman ve Kur’ân nasıl inhisar altına alınabilir? Siz dünyanızın usûlünü, kanununu inhisar altına alabilirsiniz. Fakat hakaik-i imaniye (imanî hakikatler) ve esâsât-ı Kur’âniye (Kur’ân’a ait temeller), resmî bir şekilde ve ücret mukabilinde, dünya muamelâtı (işleri) suretine sokulmaz. Belki, bir mevhibe-i İlâhiye (Allah vergisi) olan o esrar (sırlar, bilgiler), hâlis bir niyetle ve dünyadan ve huzûzât-ı nefsaniyeden (nefsi arzulardan) tecerrüd etmek (sıyrılmak) vesilesiyle o feyizler gelebilir. “Hem de sizin o resmî daireniz dahi, memleketteyken beni vaiz kabul etti, tayin etti. Ben o vaizliği kabul ettim, fakat maaşını terk ettim. Elimde vesikam var. Vaizlik, imamlık vesikasıyla her yerde amel edebilirim. Çünkü benim nefyim (sürgünüm) haksız olmuştur. Hem menfiler (sürgünler) madem iade edildi, eski vesikalarımın (izin belgesi, müsaade) hükmü bâkidir.” (Mektubat, s. 72)

DEVAM EDECEK

Okunma Sayısı: 1459
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı