İkinci Meşrûtiyetin ilân edilmesiyle birlikte (Temmuz 1908), İstanbul merkezli olmak üzere ilmî, fikrî ve siyasî nitelikte pekçok kulüp, cemiyet, fırka (parti) kuruldu.
Bunların arasında en ziyade dikkat çekenlerden biri de 5 Nisan 1909'da (102 yıl önce bugün) kurulan İttihad–ı Muhammedî Cemiyetidir.
Bediüzzaman Hazretleri de bu cemiyetin faal üyeleri arasında yer almış, hatta Ayasofya Camiindeki "mevlidli açılış" programında uzunca bir hitabede bulunmuştur.
Bediüzzaman, ayrıca bu cemiyetin "yayın organı" mahiyetinde çıkan Volkan gazetesinde de yazılar yazmış, bu yazılarda ifade etmiş olduğu hakikatlere hayatı boyunca sahip çıkmış ve bunları savunmaktan asla çekinmemiştir. Ölümün (idamın) kol gezdiği darağaçları önünde bile...
Pek, bu cemiyete giren Üstad Bediüzzaman'ın asıl maksadı ne idi?
Bediüzzaman, İttihad–ı Muhammedî ile olan bağlantısı hakkındaki niyet ve maksadını, neşriyat yoluyla olduğu gibi, mahkemede, o devrin gaddarları önünde de pervâsızca ifade etmiş; böylelikle, tarih önünde ve istikbâl mahkemesinde de hesap verircesine muknî izahlarda bulunmuştur.
Bu mânâdaki izahları, muhtelif risâlelerde görmek mümkün. Tarihçe–i Hayat isimli eser başta olmak üzere, Eski Said dönemi eserlerinde, bilhassa Münâzarât, Divân–ı Harb–i Örfî ve Hutbe–i Şâmiye gibi risâlelerinde, bu mesele defaatle târif ve izah ediliyor.
Bediüzzaman, "İttihad–ı Muhammedî" gibi içinde mübarek ve kudsî isimlerin, tâbirlerin geçtiği teşekküllerin dünya işlerine ve siyaset cereyanlarına bulaştırılmasının, âlet ve tâbi edilmesinin zararlarını hatırlatırken, bir yandan da, bu gibi mukaddeslerin umumun malı olduğunu ve cihanşümûl değerler taşıdığını her vesileyle nazara vermeye çalışmıştır.
İşte, bu meyanda sorulan bir suâle vermiş olduğu cevaptan bir bölüm.
"Tekraren söylüyorum ki, ittihad–ı İslâm hakikatında olan ittihad–ı Muhammedînin (asm) cihetü’l–vahdeti Tevhid–i İlâhîdir. Peyman ve yemini de îmandır. Müntesibîni (bağlıları), umum mü’minlerdir. Nizamnâmesi, Sünen–i Ahmediyedir (asm). Kànunu, evâmir ve nevâhi–i şer’iyedir. Bu ittihad âdetten değil, ibâdettir. İhfa, havf; riyâdandır. Farzda riyâ yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazîfesi, ittihad–ı İslâmdır." (Hutbe–i Şâmiye, s. 94; Divân–ı Harb–i Örfî, s. 67)
İttihad–ı İslâmın, dolayısıyla İttihad–ı Muhammedî'nin bütün mü'minlere şâmil olduğunu, bunun tahsis (ipotek) ve tahdit (sınırlama) kabul etmediğini dâvâ eden Üstad Bediüzzaman, Osmanlı tarihinde Sultan Selim'in de bu mânâdaki İttihad–ı İslâmı hedef alıp tesis etmeye çalıştığını, kendisinin de işte bu mânâdaki bir ittihada dahil olup ittiba ettiğini açıkça ifade eder.
Siyasete bulaştırılmamalı
Evet, hiç şüphesiz "İttihad–ı İslâm" ile İttihad–ı Muhammedî" müşterek ve birbirine paralel bir mânâyı ifade ediyor.
Ne var ki, 1909'da İstanbul'da kurulan İttihad–ı Muhammedî Cemiyetinin, bazı muhakemesiz dindarlar tarafından bir siyasî cemiyet şekline dönüştürülmesi yönündeki arzu ve çabaları fark eden Üstad Bediüzzaman, bundan nihayet derecede korktuğunu söyleyerek, gerekli teşebbüslerde bulunmakta gecikmez.
O zamanki gazetelerde neşrolunan ve bilâhare eserlerinde de yer alan bu meyandaki bazı ifadeleri muhtelif risâlelerde yer almaktadır.
İşte, Risâle–i Nur'da geçen cihanşümûl mânâdaki ittihad–ı İslâm ve İttihad–ı Muhammedî tarifine dair söz ve izahların bir hülâsası:
1) "İşittim, İttihad–ı Muhammedî (asm) nâmıyla bir cemiyet teşekkül etmiş. Nihayet derecede korktum ki, bu ism–i mübarekin altında bazılarının bir yanlış hareketi meydana gelsin. Sonra işittim: Bu ism–i mübareki bazı mübarek zevât, daha basit ve sırf ibadete ve Sünnet–i Seniyyeye tebaiyete nakletmişler. Ve o siyasî cemiyetten kat–ı alâka ettiler, siyasete karışmayacaklar. Lâkin, tekrar korktum, dedim: Bu isim umumun hakkıdır, tahsis ve tahdit kabul etmez." (Divân–ı Harb–i Örfî, s. 27)
2) "...Hem de anlaşıldı ki, ittihad–ı İslâm, umum askere ve umum ehl–i imana şâmildir. Hariç kimse yoktur." (Hutbe–i Şâmiye, s. 109)
3) "İttihad–ı İslâm olan İttihad–ı Muhammedî (asm) dediğimiz vakit, umum mü’minlerin mabeyninde bilkuvve veya bilfiil sabit olan ittihad murattır. Yoksa, İstanbul ve Anadolu’daki cemaat murad değildir. Amma, bir katre su da sudur. Bu ünvandan tahsis (tekel, ipotek) çıkmaz. ...Müntesibîni, umum mü’minlerdir. Reisi de Fahr–i Âlemdir (asm)." (Hutbe–i Şâmiye, s. 99)
4) "İttihad–ı Muhammedî (asm) olan ittihad–ı İslâm’ın efkâr ve meslek ve hakikatını, efkâr–ı umumiyeye arz ederiz. Kimin bir itirazı varsa etsin; cevaba hazırız." (Hutbe–i Şâmiye, s. 95)
5) "Hem mânen eski (1909) İttihad–ı Muhammedîden (asm) olan yüz binler Nurcularla, ...şimdi (1950) de aynen İttihad–ı İslâmdan olan Nurcular, büyük bir yekûn teşkil eder." (Emirdağ Lâhikası, s. 271)
(Bu kısmın devamında, tâ Meşrûtiyet devrinden kırk yıl sonraki Demokrasi devrine muazzam bir irtibat kuruluyor; hem dinî, hem de siyasî sahada yapılması gereken istikametli hizmetin misyonu tarif ve tavsif ediliyor.)
* * *
İttihad–ı Muhammedî Cemiyeti, 31 Mart Hadisesi bahane edilerek kapatıldı. Bu cemiyetin dindar üyelerinin çoğu Ahrar–ı Osmaniye Fırkası mensuplarıyla birlikte idam edildiler. İdamdan kurtulanlar ise, ağır hapis ve sürgün cezasına çarptırıldılar.
Bu zulmü yapan gaddarların eline malzeme verip emellerine âlet olanlar ise, ne yazık ki "dinde hassas, muhakemede noksan" bazı safdil dindarlar olmuştur.
Son Osmanlı seçimleri ve Misâk–ı Millî'nin kabulü
Osmanlı Devleti Meşrûtiyet döneminin son seçimleri Kasım–Aralık 1919'da yapıldı. Milletvekillerinin neredeyse tamamına yakın kısmı, Anadolu ve Rumeli Müdafaa–i Hukuk Cemiyetlerinin göstermiş olduğu adaylar arasından seçildi.
Birinci Dünya Savaşının mağlûbiyeti sebebiyle, yedi düvelin Türkiye'ye karşı başlatmış olduğu dehşetli işgal ve istilâ şartları altında, ideal mânâda bir seçimin yapılmasını imkânsız kılıyordu. Bu sebeple, mebusların hemen tamamı, kendini vatan müdafaasına adamış olan Millî Cemiyetlerin uygun gördüğü adaylar arasından seçilmiş oldu.
1920 yılı başlarında İstanbul'da toplanan milletvekilleri, son Osmanlı Meclis–i Mebûsânı olarak tarihe geçti.
Kanlı işgalin yaşandığı 16 Mart'tan itibaren İstanbul'u terk ile çoğu Anadolu'ya geçen bu mebuslar, aynı zamanda Ankara'daki ilk Millet Meclisini teşkil etmiş oldular.
İşte, bu mebusların İstanbul'daki takdire şâyân icraatlerinden biri, Erzurum ve Sivas Kongresinde geliştirilip kararlaştırılan Misâk–ı Millî'yi bir kapalı oturumda "Ahd–ı Millî Beyannâmesi" adıyla kabul etmesidir. (28 Ocak 1920)
"Millî Yemin" anlamına gelen Meclis'in bu Beyannâmesi, 17 Şubat günü basın yoluyla bütün dünyaya ilân edildi.
"Misâk–ı Millî", Birinci Büyük Harbin sonunu işaretleyen Mondros Mütarekesiyle (30 Ekim 1918) belirlenen sınırlar içinde yaşayan "Osmanlı İslâm çoğunluğu"nun bir ve bölünmez bütünlüğünün kabul edilmesi anlamını taşıyor.
Bu sınırlara Edirne ve Kırklareli'ye kadar olan Trakya Bölgesi ile Anadolu coğrafyasının tamamı dahildir.
Öte yandan, Kıbrıs, Ege'deki on iki ada ile Kerkük ve Musul'un statüsü, uluslar arası hukukla da bağlantısı sebebiyle, daha ilk günden itibaren muğlak kalmıştır.
Bu muğlaklık, Lozan'daki görüşmeler esnasında, maalesef Türkiye'nin aleyhine olacak bir yönlendirmeye tabi tutulmuştur.
Önce hürriyet ve istiklâl,
sonra cumhuriyet ve demokrasi
28 Ocak 1920'de Mecliste kabul edilen Misâk–ı Millî'nin dünyaya duyurulması esnasında, Edirne Milletvekili Mehmet Şeref Beyin şu meâldeki takriri (önergesi) Meclis'te oybirliğiyle kabul edildi: “Ahd–ı Millî’nin dünya parlamentolarına ve memleket matbuatiyle cihan matbuatına tebliğ edilmesini ve tercihan müzakeresini teklif ederim... Milletimiz bizlere kendilerini temsil şerefini vererek buraya gönderdiği zaman, ilk vazife olarak, hayat hakkını ve haysiyetini tebellür ettiren en mâsum haklarını teminat altına alan, mazisinin parlak günlerini istikbâl içinde düşünmek hakkı olduğunu gösteren ve bunun için icabederse bütün millet fertleri olarak ölmeyi göze alan şu Ahd–ı Millî’yi ilân etmemizi istedi… Biz, maddî–manevî varlığımızın bize temin ettiği hakk–ı hayatı istiyoruz. Başka bir şey istemiyoruz. Şimdi okuyacağım, peymân–ı millîdir. Milletin yeminidir. Milletimiz, ya bu yeminin şartlarını yerine getirecek, yahut da bu yolda tarihin huzurunda şerefle silinip gidecektir. Fakat, asla esir olmayacaktır, efendiler."
İlk cinayetin ardından,
ilk genel seçim (1923) kararı
Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongrelerinin ardından Ankara'de teşkil olunan (Nisan 1920) Millî Meclis, 1922 yılı sonlarına kadar, işgalci güçlere karşı aralıksız şekilde mücadele etti.
Bütün aske ve milletin iştirakiyle kazanılan İstiklâl Harbinden sonra ise, yeniden çok partili hayata geçilmesi ve akabinde cumhurî bir rejimin kurulması yönünde adımlar atıldı.
Ne var ki, eş zamanlı olarak, bir taraftan da entrika, çekişme, zıtlaşma, hatta cinayet işlemeye varan bir dahilî ihtilâf devresi de başlatılmış oldu.
Nitekim, daha Lozan Anlatşması kesinlik kazanmadan, henüz büyükçe bir köy mesabesinde bulunan yeni devletin merkezi Ankara'nın göbeğinde, Meclis'in iradesine tecavüz edildi ve Meclis İkinci Başkanı olan Ali Şükrü Bey, muarızları tarafından vahşiyane bir yöntemle katledildi. (27 Mart 1923)
Trabzon mebusu Ali Şükrü Beyin plânlı bir tertibe kurban gittiği anlaşılınca, Meclis atmosferi öylesine yüksek bir gerilimle elektriklendi ki, hiç kimse başka hiçbir şey düşünemez ve konuşamaz oldu.
1 Nisan (1923) günü itibariyle, tetikçi katilin Topal Osman olduğu anlaşıldığında ise, Meclis'teki gruplar arasında ipler kopma noktasına geldi.
Zira, Ali Şükrü Bey, oldum olası M. Kemal'in muhalifi ve Meclis'teki en güçlü rakibi idi. Müskiratın yasaklanması (Eylül 1920) ve Lozan'la ilgili hususlarda (Şubat 1923) pek şiddetli münakaşaları olmuştu.
Üstelik, Ali Şükrü Beyi katleden kişi, M. Kemal'in emrinden hiç çıkmayan Çankaya Muhafız Alayı Komutanıydı.
Ayrıca, M. Kemal'in daha iki buçuk ay evvel onun hakkında söylemiş olduğu şu söz, tarihin kayıtlarına geçmişti: “Yakmalı yıkmalı, Ali Şükrü Matbaasını!” (Bkz: Karabekir'in Günlükleri: 14 Ocak 1923)
Bütün bu hususlar, mebusların nazar–ı dikkatini celbettiği için, azmettirici olarak şüpheler M. Kemal'in üzerinde odaklanmış durumdaydı.
Bu "kurşun gibi ağır" havanın etkisinden sıyrılmak ve nazar–ı dikkati başka tarafa çekmek isteyen M. Kemal, "Meclis Reisi" sıfatı ile ülkeyi genel seçim atmosferine sürükleme plânını devreye soktu.
Mebusların çoğu Ali Şükrü Bey cinayetinin derdi ve telâşesi içindeyken, keza, tetikçi olduğu anlaşılan Topal Osman'la silâhlı müsademe hali yaşanırken, Meclis'teki bir grubun çabasıyla 1 Nisan'da genel seçim kararı alınmış oldu.
2 Nisan günü, Ali Şükrü Beyin cesedi, bir bağ evi yakınlarında toprağa gömülü halde bulundu. Naaşı, şehir merkezine getirildi ve 4 Nisan günü Meclis'te öğle vakti yapılan cenaze merasimi ardından, otomobil ile İnebolu'ya, oradan da gemiyle Trabzon'a götürüldü.
Aynı günün akşamı Topal Osman'ın cesedi Meclis–i Millî'nin kararı gereğince, Meclis kapısında asıldı. (Age, s. 856–57)
Üzerine giden askerî tabur ile çatışmaya giren Topal Osman, yaralı olarak ele geçirilmişti. Ancak, kendisinin kimin tarafından kullanıldığı anlaşılmasın ve bu meyanda bir itirafta bulunamasın diye, her ihtimale karşı kafası kesilmişti. Tetikçi câni, bu sebeple başından değil, ayağından asılmak durumunda kaldı.
8 Nisan tarihli seçim bildirisi
Türkiye seçim atmosferi içine girince, Ali Şükrü cinayeti ve cinayetin sorgulanması gibi hususlar da, haliyle bir derece tavsamış oldu.
İşte tam bu esnada, M. Kemal, yine Meclis Reisi yetkisiyle 9 maddelik bir beyannâme neşretti. (8 Nisan 1923)
O dönemde "Dokuz Umde/İlke" başlığıyla neşredilen bu seçim beyannâmesi, aynı zamanda Anadolu ve Rumeli Müdafaa–i Hukuk Cemiyeti'nin bir nevî seçim bildirisi mahiyetini taşıyordu.
Bu bildiride özetle şu hususlar nazara verildi:
1) Hakimiyet milletindir.
2) Asayiş temin edilecek.
3) Adâlet sisteminde reform yapılacak.
4) Askerlik süresi kısaltılacak.
5) Savaşlar sebebiyle harabeye dönen ülke yeniden inşa edilecek.
6) Sağlık, sosyal, sınaî, ulaşım, eğitim, iktisadî alanda halk yararına politikalar uygulanacak.
* * *
Beyannâmedeki bu vaatlere rağmen, mebuslar gibi halk da şüphe ve tereddüt içindeydi.
Zira, yeni devletin merkezinde halkın gözde bir temsilcisi katledilmiş, buna mukabil, her ne kadar cani tesbit edilip cezalandırılmış ise de, hadisenin arka plânı yine karanlıkta kalmıştı.
Bu da, haliyle tedirginlik uyandırmaktaydı. Bundan sonra ne olacağı bir türlü kestirilemiyordu.
Seçim kararı üzerine yapılan konuşmalar
"Seçimi yenileme" teklifi üzerinde, Meclis'te o gün bir hayli dikkat çekici konuşmalar yapıldı.
İşte o günlerin Meclis ortamında tanınmış mebusların yapmış olduğu konuşmalardan bazı bölümler...
Hariciye Vekili İsmet Paşa: "Sizden aldığımız yetki ve esaslara dayanarak, dahilde ve hariçte sulhün devamı için, hükûmetçe de milletin iradesine müracaat etme kararı gayet yerinde olmuştur."
Lazistan mebusu Ziya Hurşit: "Zannederim, evvelce böyle bir teklif verilmişti de, Paşa Hazretleri bunun reddine taraftar olmuştu."
İzmit mesubu Sırrı Bey: "Paşam, bunu bizzat 20 gün evvel teklif etmiştim ve bizzat zat–ı âliniz aleyhinde bulunmuştunuz."
Lazistan mebusu Ziya Hurşit: "Neyse, şimdi artık itiraz eden yok. Seçimi yenileme teklifini müttefikan kabul ediyoruz."
Erzurum mebusu Hüseyin Avni: "Efendiler! Meşrûtiyetin (demokrasinin) bahşettiği hakların en mümtazı, seçim hakkıdır. Meclis bugün karar versin ve hemen tanzim yapılsın. Fakat, seçim (intihap) ne sûretle yapılacaktır? Yine eski saltanat devrindeki gibi olacaksa, tanzimi yine hükûmet yapacaksa, o da nafiledir?"
Meclis Reisi M. Kemal: "Arkadaşlar! Yeni devleti kuran Türkiye halkında taçlar yoktur, diktatör yoktur ve olmayacaktır. Bütün cihan bilmelidir ki, artık bu devletin ve milletin başında hiçbir kuvvet, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır, o da hakimiyet–i milliyedir."
(Bkz: Nutuk, ilgili bölüm; Zabıt Ceridesi, I. Devre, Cilt 28, s. 283–295)
* * *
Seçim kararı esnasında yapılan konuşmalar, yukarıda iktibasen okuduğunuz minvâl üzere idi.
Ancak, gelişmelerin seyri bambaşka oldu. Yenilenen seçimlerle birlikte, II. Grup diskalifiye edildi. Türkiye, demokrasi yolunda değil, tek parti (CHP) diktatörlüğünün cenderesinde yolunda devam etti.
1923 yılı seçimlerinden sonra, muhalif hiçbir partiye genel seçimlere katılma fırsatı verilmediği gibi, muhalif hiçbir fikre de hürriyet hakkı tanınmadı.
Türkiye, tâ 1950'ye kadar tarihte eşi benzeri görülmedik bir şiddetli istibdat ile yönetilmeye çalışıldı.
Dolayısıyla, 1924'ten 1950'ye kadar hakimiyet bir türlü milletin olmadı, olamadı.
Birinci Meclis'te dinî atmosfer
1920–23 yılları arasında İstanbul ve Ankara'da görev yapan milletvekilleri, ekseriyetle dindar olup vatanperver kimselerdi. Yani, Millî Mücadele hizmetinde ciddî bir gayretle çalışıyorlardı.
Öyle ki, bu Meclis'in ilk sene çıkarmış olduğu önemli kànunlardan biri "Men–i Müskirat Kànunu" idi. 14 Eylül 1920'de, sarhoşluk veren maddelerin kullanılması yurt genelinde yasaklanmış oldu.
Ne var ki, Meclis'teki ilk ve en büyük ihtilâf da, işte tam bu esnada ortaya çıktı.
Meclis, neredeyse ortadan ikiye bölündü. Birinci grubun başını M. Kemal, ikinci grubun başını ise Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey çekiyordu.
Açıktan içki, işret ve sâir müskiratın kullanılmasına yasak getiren bu kànun, Ali Şükrü Bey cinayetinden kısa bir süre sonra, "Birinci Grub"un hâkimiyeti altına giren II. Meclis'in mârifetiyle (1923 yılı sonları) yürürlükten kaldırılmış oldu.
Lozan'a muhalefet, II. Grubun sonunu getirdi
Birinci Meclis'teki tartışmalar, bir süre sonra birbirine zıt giden gazetelerin sayfalarına yansıyordu. (Hakimiyet–i Milliye'nin sahibi M. Kemal, TAN gazetesinin sahibi ise Ali Şükrü Beydi.)
Bu iki lider, iki grup ve iki gazete cephesinde meydana gelen en hararetli tartışma, Lozan'da yapılan ve ikinci kez yapılacak olan görüşmeler konusunda yaşanıyordu.
Ali Şükrü Bey, ısrarla ve defaatle haykırarak "Mehmetçiğin kanıyla kazanılmış olan büyük zaferin, Lozan'da masa başında ucuza satıldığı"nı söylüyor ve bu meyanda varıldığına kanaat getirdiği bir gizli anlaşmaya isyan ediyordu.
O ve beraberindekiler, Misâk–ı Millî'den tâviz verilmesini, Musul, Kerkük, Kıbrıs ve 12 Adaların ona–buna peşkeş edilmesini hiçbir şekilde kabul etmiyordu.
Buna mukabil, Birinci Gruptakiler, Lozan heyeti başkanı İsmet Paşa’nın Meclis'e verdiği bilgilere itibar edilmesi, dolayısıyla Lozan'da en kısa zamanda bir anlaşmaya varılması gerektiğini savunuyordu.
Neticede, muhalif sesler susturuldu ve yeni meclis için hazırlık çalışmalarına başlandı.
* * *
Her yolu mübah görerek muhalefeti susturanlara göre, İkinci Meclis, yeni bir anlayışla işbaşı yapacaktı. Yeni Meclis'ten beklenen en büyük icraat ise, Lozan'da alınacak kararların kayıtsız şartsız kabul edilmesiydi.
Nitekim öyle oldu... 1923 Temmuz'unda Lozan'da varılan mutabakat, Ağustos'ta da Türkiye Büyük Millet Meclisinde aynen onaylanarak kabul edildi.
Yine de, sayıca az bir grup, aleyhte oy kullandı.
Aleyhte oy kullananlar, Kâzım Karabekir ve 15 arkadaşıydı. Onlar da yavaş yavaş dışlanmaya başlanınca, bir sene sonra CHF'den ayrılarak TCF'yi kurdular.
Ne var ki, 1925'te yaşanan Şeyh Said Hadisesinden sonra, bu parti de kapatıldı. Parti kadrosunu teşkil eden çoğu Millî Mücadele komutanı olan bu vatanperverler, 1926'da İzmir Sûikastı bahanesiyle İstiklâl Mahkemesinde yargılandılar. İdam olunmaktan kıl payı kurtuldular.
Bu tarihten sonra, İkinci Meclis, Birinci Grup için "dikensiz gül bahçesi"ne dönmüştü.
* * *
1930'da, Ali Fethi Okyar başkanlığında bir "muvazaa partisi" olan Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Ne var ki, bu parti de genel seçimlere sokulmadı. Zaten, asıl maksat başkaydı. Tek partiye muhalif kim varsa, onun ortaya çıkmasını sağlamaktı, asıl gaye...
Dolayısıyla, 1923'ten tâ 1950'ye kadar devam edecek olan 27 yıllık tek parti zihniyeti, türlü nifak ve entrikalarla ülkeye hakim oldu. Bu zihniyetin sahipleri, başka hiçbir engelle karşılaşmadan, istediğini astı, istediğini kesti, dilediğini sürgüne gönderip hapse attırdı; hatta, fırsat buldukça dinî değerlere de el atıp bozmaya, yıkmaya, tahrif etmeye ve direnenleri cezalandırmaya vargücüyle çalıştı.
Özetle denilebilir ki: Türlü kumpas ve entrikalarla, özellikle 1923'ten itibaren Meclis hakimiyetini ele geçiren bir diktacı zihniyet, sadece siyasî muhaliflerini değil, Millî Mücadelenin en tartışmasız kahramanlarını dahi acımasızca harcadı. Her birini bir başka bahane ile diskalifiye ederek, ülkeyi tam bir entrika ve tahakküm zihniyetiyle yönetmeye çalıştı.
—DEVAMI YARIN—