"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Kur'ân'a suikast plânı Risale-i Nur'la bozuldu

13 Aralık 2011, Salı
19. Yüzyılın sonunda deklare edilen ve Lozan'dan sonra uygulamaya konulan "Müslümanları Kur’ân'dan Soğutma" planı, Risale-i Nur'la akim kaldı.

Kur’ân ve Lozan
On dokuzuncu asrın son yıllarında İngiliz Parlamentosunda kürsüye çıkan Müstemlekeler Bakanı Gladstone elindeki Kur’ân-ı Kerimi göstererek şunu söyler:
“Bu kitap Müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakikî hakim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız; ya Kur’ân’ı ortadan kaldırmalıyız veya onları Kur’ân’dan soğutmalıyız.” (Tarihçe, s. 81)
O sırada ilim tahsili için Van’da bulunan Bediüzzaman, Vali Tahir Paşanın konağına gelen gazetelerde bu haberi okuduğunda şöyle der:
“Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim...” (a.g.e.)
Aradan yıllar geçer. İ’lâ-yı kelimetullah sancağını altı asır boyunca cihanın ufuklarında dalgalandıran Osmanlı, son döneminde bu misyon ve mânâdan uzaklaştığı için dağılır ve çöker.
Yerine Anadolu ve Trakya topraklarında yeni bir devlet kurulur. Bu devletin, devrin dünyaya hakim güçleri tarafından tanınması, Lozan’da yürütülen gizli pazarlıklarla şartlara bağlanır.
Sonrasında Ankara merkezli olarak Türkiye yeni ve çok sıkıntılı bir sürece girer. Lozan’da verilen söz çerçevesinde birer birer tatbik sahasına konulan icraatın hedefi şöyle ifade edilir:
“Otuz sene sonra gelecek neslin kendi eliyle Kur’ân’ı imha etmesini intac edecek (netice verecek) bir plan yapalım...” (a.g.e., s. 241)
Kur’ân’ın ve hadislerin—hâşâ—“ne mal olduğunu” gösterip mukaddes kitabımızı ve Peygamberimizi (a.s.m.) halkın ve bilhassa genç nesillerin gözünden düşürme niyet ve kastıyla yaptırılan tercümeler; ezanın Türkçeleştirilmesi ve okullarda başlatılıp bütün hızıyla sürdürülen inançsızlık propagandası, planın parçalarıdır.
Eşref Edib’in o kara dönemdeki bazı uygulamaları anlattığı Kara Kitap’ta geçen ve yıllardır dilden dile dolaşan çok çarpıcı örneklerden biri:
Öğretmen, sınıftaki küçük çocuklara “Benden şeker isteyin” der. İsterler, hemen cebinden çıkarıp verir. Sonra “Bir de Allah’tan isteyin bakalım” diye devam eder. Bu defa şeker gelmeyince de, “Demek ki—hâşâ—Allah yokmuş, olsaydı istediğinizi verirdi” diyerek zehrini kusar.
O dönemde eğitimin nasıl bir zihniyetin eline geçtiğini gösteren son derece ilginç bir örnek de, o günün Türkiye’sini anlatan Turkey To-Day (1928) adlı kitabın yazarı Grace Ellison’a konuşan bir maarif müfettişinin söyledikleridir:
“Bizim peygamberimiz Gazimizdir. Biz o Arabistanlı şahıs ile ilişkimizi sona erdirdik. Muhammed’in dini Arabistan’a uygundu; ama bize yaramaz.” (Şükrü Hanioğlu, Zaman, 23.11.08)
İngiliz yazarın, “Ama sizin hiç mi inancınız yok?” sualine müfettişin verdiği cevap da “Evet [var]. Gazi’ye, bilime, ülkemin geleceğine ve kendime” şeklinde olmuştur. (Hanioğlu, a.g.g.)
Dünyasında dinî inanca kesinlikle yer vermeyen müfettiş, yeni dönemde dizginleri ele geçiren zihniyetin “ideal” bir örneği ve prototipidir.
Ama vaktiyle deklare edilen “Müslümanları Kur’ân’dan soğutma” planı, İlâhî bir tavzifle dile getirilen “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez bir manevî güneş olduğunu dünyaya gösterme” kararına takılınca hesap bozulmuş ve Allah, nurunun söndürülmesine yine izin vermemiştir.

M. Kemal’e Lord Curzon sempatisi
Lozan Konferansında Türkiye’yi temsil eden Lord Curzon’un torunu Lord Revensdale, anlaşmanın 70. yılı vesilesiyle Türkiye’ye gelmiş ve gazetecilere enteresan açıklamalarda bulunmuştu:
“Lozan başladığında, İngiltere’nin etkinliğinin sağlanması gibi eski bir fikre yakındır Curzon. Ama zaman ilerledikçe, Türkiye Cumhuriyeti fikrine sempati duymaya başlamıştır.”
Torununun, “Lozan’a kadar Türklerle ilişki kurmuş, onları tanımış bir insan olduğu kanısında değilim” diye anlattığı bir insan, birdenbire neden bizlere sempati duymaya başlasın?
Özellikle savaş sonralarında oturulan müzakere masaları, kurtlar sofrasına benzetilir. Galiplerin iştah ve ihtirasını dizginlemek çok zor, hatta imkânsızdır. Böyle masalarda sempati veya antipatinin yeri yoktur. Kıyasıya bir menfaat kavgası vardır.
Birinci Dünya Harbinin galipleri arasında yer alan İngiltere’nin Dışişleri Bakanı olarak Lozan’da masaya oturan Lord Curzon’un da farklı bir tavır içinde olması beklenemez. Ama torunu, ısrarla ‘sempati”den söz ediyor:
“Konferans devam ettikçe, Türklerden çok etkilenmiş olduğunu biliyoruz. Konferans ilerledikçe, onları çok daha dost olarak görmüş bir insan.”
1925 yılında ölen Lord Curzon’un Atatürk’e nasıl baktığını da yine torunundan dinleyelim:
“Lozan Konferansında Atatürk’ün neler yaptığını ve neler yapmak istediğini öğrenince çok etkilenmişti.”

Sansürlenen mektup
Bazı dindarlar tarafından ortaya atılıp M. Kemal’e izafe edilen ve ölümünden on beş gün önce dünyadaki Müslüman liderlere gönderdiği öne sürülen tartışmalı ve esrarengiz mektubun varlığını doğrulayan resmî bir kayıt bugüne kadar ortaya çıkarılamadı.
Buna karşılık, derin mahfillerin bir kısım dindar çevreleri kullanarak pazarladığı bu iddia, “M. Kemal’i dindar gösterme” planlarına hizmet eden bir “şehir efsanesi” olarak kullanılmakta.
Öyle ki, bu hurafe hiç alâkası olmadığı halde maalesef Hür Adam filmine bile sokuşturuldu.
Asılsız bir mektup, varmış gibi gösterilip zihinler yanıltılırken, o “mektup”la çelişen içerikteki M. Kemal imzalı bir başka mektubun ise resmen sansürlenip gizlendiği yeni ortaya çıktı.
Araştırmacı-Yazar Atilla Oral’ın ortaya çıkardığı 16-17.8.1931 tarihli, 21 sayfalık bu mektubu M. Kemal Türk Tarih Kurumuna yazmış.
O dönemde liselerde okutulacak tarih ders kitabına Ezher mezunu Zakir Kadirî’nin yazdığı “İslâm tarihi ve Türklerin İslâmdaki yeri” bölümünü beğenmeyen M. Kemal, Araplar hakkındaki olumsuz kanaatlerini yine açığa vuruyor.
“Türkleri yüceltmek” adına, “Muhammed’in halifesi ünvanını taşımak maskaralığında bulunanları emir ve iradelerine boyun eğdirmişlerdir” gibi, Peygamberimiz (a.s.m.) için de, saygılı olduğu söylenemeyecek bir üslûp kullanıyor.
M. Kemal, sansürlendiği öne sürülen mektubunda Türk Tarih Kurumu Başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu’na “Zakir Kadirî’nin ahmakça notlarını düzeltirken” dikkat etmeleri talimatı verdiği noktaları izah sadedinde, Ezher’i de aşağılıyor:
“İlim alanında şüpheli olmak, Mısır’ın Cami-i Ezher’i mezunlarına inanmaktan daha iyidir...”
Bu ifade, M. Kemal mirasını canlandırmak ve Türkiye’yi tekrar 30’lu yıllara döndürmek hayaliyle başlatılan 28 Şubat sürecinde Ezher’in niçin kara listeye alındığının referansını da veriyor.
Arap husumeti üzerinden bir İslâm karşıtlığı.
Yine aynı mektupta geçen bir başka ifade de, M. Kemal’in İslâmdaki “kanaat” prensibine karşı her fırsatta tekrarladığı muhalefeti ele veriyor:
“Bir hırka bir lokma hikâyesi artık bir insanlık erdemi olarak gösterilmek felsefesi esas tutularak tarih yazılmamalıdır.” (Habertürk, 19.6.11)
Mâlûm, zaferden hemen sonra İzmir’de toplanan Birinci İktisat Kongresindeki konuşmasında da M. Kemal, “Kanaat bitmez tükenmez bir hazinedir” mealindeki hadis-i şerifi hedef almış ve “bir lokma, bir hırka” anlayışına yüklenmişti.
Özellikle son asırlarda kanaat ve tevekkülün bazı Müslümanlarca yorumlanma ve yaşanma biçiminin bir tembellik, miskinlik ve boşvermişlik şekline dönüştürülmesi ayrı konu. Ve böyle yanlış bir yorumun kesinlikle İslâmda yeri yok.
Ancak buradaki asıl mesele, bu yanlışın açtığı menfezden girilerek, imanın kaçınılmaz gereği ve tezahürü olan kanaat ve tevekkül gibi değerlerin tahribi ve peşinden hırs ve israfın teşviki.
Beşinci Şuâ’daki “Eli deliktir” bahsine dikkat!
Dindarları dünyevîleştirme noktasında en etkili araçlardan biri, ihtiyaç olmayan şeyler de ihtiyaçmış gibi gösterilip, görenek belâsı ve gösteriş saikiyle ölçüsüz tüketimin yaygınlaştırılması.
M. Kemal’in “bir lokma bir hırka” anlayışını tarih kitabı üzerinden de eleştirdiği mektubunun ortaya çıktığı günlerde, siyasetbilimci Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün’ün “‘Bir lokma, bir hırka’ demek çok önemli birşeydir” deyip, tüketim çılgınlığındaki yarışı eleştirmesi ve bu yarışa dindarların da sokulmasında AKP’nin oynadığı etkili role dikkat çekmesi çok anlamlı, değil mi?
Şerif Mardin’in AKP iktidarı için yaptığı “Kemalizmin başarısı” yorumunun bir boyutu da bu...
Bozulan dehşetli plan
“Kur’ân’a tefsir yazdırıp hadis kitabı tercüme ettiren bir insanın dine karşı olumsuz bir tavır içinde olduğu söylenebilir mi?” diyenler var.
Hakikaten Elmalılı Hamdi Yazır’ın Elmalılı tefsiri olarak bilinen meşhur eseriyle Babanzade Ahmet Naim Beye hazırlatılan Sahih-i Buharî Muhtasarı-Tecrid-i Sarih Tercümesinin, M. Kemal’in talimatıyla yazdırıldığı, herkesçe bilinen bir gerçek.
Kur’ân tercümesinin İstiklâl şairimiz Mehmet Âkif’e teklif edildiği ve onun başlangıçta kabul edip bir miktar yaptığı, ama bilâhare asıl niyeti sezdikten sonra vazgeçip, o vakte kadar yazdığı kısmı yakarak imha ettiği de bir başka hakikat.
İşin perde gerisindeki bu niyet, millî mücadele kahramanlarından olduğu halde, zafer sonrasında dışlananlardan Kâzım Karabekir’in M. Kemal’den aktardığı sözlerde açığa vurulmuştu.
Ama özellikle Kur’ân’ın mu'cizeliğini iki kere iki dört eder kat’iyetinde ispatlayan Risâle-i Nur’un telif ve neşri bu dehşetli planı bozdu.
Elmalılı tefsiri de, yazdırılışındaki maksat ve niyet başka olduğu halde, o neticeyi vermedi. Kur’ân, tefsirini o işte kullanılmaktan korudu.
Asıl niyet, Türkçe Kur’ân’la başlatılan projeyi Türkçe ezanla devam ettirip Türkçe ibadetle bir ileri aşamaya taşımak suretiyle işi çığırından çıkarmak; sonra Kur’ân mealiyle hadis tercümelerindeki—hâşâ—“yave”leri serrişte edip mukaddes kitabımızı ve Peygamberimizi gözden düşürmeye yönelik bir kampanya başlatmaktı.
İbadet dilini Türkçeleştirerek Türkiye’de yaşanan İslâmı aslından koparıp dejenere etme planı, ilk adım ve başlangıç aşaması olarak Türkçe ezanla tatbik sahasına konuldu.
Hemen ardından namaz dilini Türkçeleştirme merhalesine geçilmek istendi. Hattâ bazı İstanbul camilerinde bunun denemeleri yapıldı.
Ama arkası gelmedi. Yürümedi. Sebep büyük ihtimalle Türkçe ezanı dahi hazmedemeyip sessiz de olsa protesto eden halkın daha da artacak tepkisinin önüne geçememe endişesi olmalıydı.
Böylece “dinde reform” hevesi Türkçe ezanla sınırlı kaldı. O da, 1950’den sonra milletin sesine kulak veren yeni iktidarın ilk icraatlarından biri olarak kaldırıldı; ezan hürriyetine kavuştu.
Ondan sonraki dönemlerde bir daha Türkçe ezana geri dönülmedi. 27 Mayıs ve 12 Eylül’de gündeme getirmeye kalkışanlar oldu, ama ne MBK, ne MGK cuntaları bu taleplere iltifat etti.
Çünkü tek parti dönemindeki Türkçe ezan uygulamasının millet nezdinde ne kadar derin bir infiale yol açtığını herkesten çok onlar biliyor ve görüyorlardı. Bu sebeple, mutlak iktidar ellerinde olduğu halde, Türkçe ezanı yeniden hortlatma cür’et ve cesaretini hiçbiri gösteremedi.
Türkiye’yi tekrar 1930’lara döndürme hevesiyle başlatılan 28 Şubat’ta da aynı durum devam etti. Ve hiç kimse Türkçe ezandan söz edemedi.
Buna karşılık, ömrünün son deminde Cemal Kutay kullanılarak, “Atatürk’ün beraberinde götürdüğü hasret: Türkçe ibadet” muhabbeti başlatıldı. Ama bu da mâkes ve taraftar bulamadı.
Eğer tutsaydı, M. Kemal sağken ilk denemeleri yapılıp sonra arkası getirilemeyen Türkçe namaz bid’atının yaygınlaştırılmasına çalışılacaktı.
Türkçe tercümelerini kullanarak Kur’ân’ı yıpratma ve gözden düşürme planı çerçevesindeki girişimler de zaman zaman gündeme getirildi.
Ancak bu plan daha proje aşamasındayken Risâle-i Nur’la konulan set aşılamadığı için, bu yöndeki bütün çabalar başarısızlıkla sonuçlandı.
Keza, yine M. Kemal’in talimatıyla hazırlanıp Diyanet’e bastırılan Sahih-i Buharî Muhtasarı-Tecrid-i Sarih Tercümesindeki, gerçek mânâsının idraki için doğru yorumlara ihtiyaç bulunan bazı hadisleri diline dolayarak Peygamberimizi (asm) ve dinimizi karalama gayretleri de topluma mal edilemeyen çok marjinal girişimler olarak kaldı.
Yakın dönemde bu tür çabalarıyla gündeme gelen en agresif isimlerden biri Prof. Dr. İlhan Arsel’di; çok uğraştığı halde o da başarılı olamadı.
Lâfzına bakılınca bugünün anlayışıyla çelişiyor gibi görünen bazı hadisler üzerinden yürütülen hücumları yine Risâle-i Nur püskürttü: O lâfızların mecazlı ifadelerinde, ancak yüzyıllar sonra keşfedilen hakikatlerin yattığını izah ederek.
“Dünya öküz ve balığın üzerindedir” hadisiyle, iktisadî hayatın asırlarca ziraat ve balıkçılık üzerine bina edildiği gerçeği dile getirilirken, farklı zamanlarda öküz ve balık burçlarına uğrayan yerkürenin böylece güneşin çevresinde dönmekte olduğuna ta o zamandan işaret edildiğine dair, On Dördüncü Lem’a’nın Birinci Makamındaki izahlar, bunun en ilginç örneklerinden.
Evet, İslâmî hayatın iki ana kaynağı ve mesnedi olan Kur’ân ve Sünneti tahrip edip Müslümanları dinden soğutma ve uzaklaştırma planları çok ciddî şekilde uygulamaya konulmuştu.
Ama Risâle-i Nur’la verilen mücadelenin zaferi bu planı bozdu.

YARIN:  M. KEMAL: HAYATIN SONU SIFIRDIR
 
Kâzım Güleçyüz
 
Okunma Sayısı: 7397
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • son urfalı

    13.12.2011 00:00:00

    Bitecek inşallah kemalizmin zulmu...

  • Bilâl Tunç

    13.12.2011 00:00:00

    BİR AÇIKLAMA
    “O sırada ilim tahsili için Van’da bulunan Bediüzzaman, Vali Tahir Paşanın konağına gelen gazetelerde bu haberi okuduğunda şöyle der:” ifâdelerinden W. E. Gladstone’un Kur’ân aleyhindeki sözleri sanki Bedîüzzamân Van’da bulunduğu sıralarda söylenmiş gibi anlaşılıyor.. Evet, Bedîüzzamân’ın Tâhir Paşa vâsıtasıyle hâdiseden haberdâr olması o sıralardadır ama kaynaklar o sözlerin 1982’lerde sarf edildiğini gösteriyor..

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı