İlkokuldayken Türkçe kitabımızda bir okuma parçası vardı. Eski Türklerde çocuğa isim koyma geleneğini yansıtan Dede Korkut hikâyelerinden bir pasaj: Uzun yıllar evlât sahibi olamayan Dirse Han’ın nihayet sağlıklı bir erkek evlâdı doğar. Ancak çocuk 15 yaşına gelene kadar adsızdır. Eski Türk inanışına göre bir çocuk toplumda makbuliyet sağlayacak bir kahramanlığa imza atarsa ancak o zaman isim taşıma hakkına sahip olabilir. En nihayet bu çocuğun da isim alma, ün kazanma, fırsatını yakalamaya imkân veren gün gelir çatar. Düzenlenen bir şölen sırasında yapılan müsabakalarda, hükümdar Bayındır Han’ın büyük boğasıyla güreşir ve yener. Bundan böyle obasında şan kazanır, iltifatlara nail olur, “Boğaç Han” diye tesmiye edilir.
Bugün ise doğan çocuğa verilecek isimde kahramanca bir yarışın içine giren anne-babalardır. En farklısını, en değişiğini, kulağa hoş gelenini takma merakı isim trendlerini her dem değiştirirken, birçok anlamsız ismin ortalıkta boy saldığını görürüz. Bu tarz isimlerden birini takmak da yetmez, çoğu zaman onun kadar beğenilen bir ikincisi de iliştiriliverir. Köksüz; hiçbir aidiyet emaresi taşımayan yeni yetme isimler aslında kültürel devamlılık hissinden mahrum kalışımızın ibretli semereleri olarak; masum evlâtların ömürboyu üzerinde taşımak zorunda kaldıkları bir yafta gibi asılı kalır.
Kültürümüzde isim bir nişandır, bir kimlik beyanı, bir aidiyet panoramasıdır. Hangi zihniyeti temsil ettiğimizin dellâlıdır…
Kodlama alışkanlığımızın seyir arenasıdır isimler. Anlamına odaklanmaktan çok, onlar üzerinden anlamlı mesajlar veririz. Geleneğe bağlılık, moderne meftunluk, bir ideoloji, bir lider, bir şöhret fanatikliği, aile içi dengelerin gözetilmesi gayreti, çocuktan beklentiler, beklenilmeyen çocuklar; hasılı birbirinden farklı yüzlerce duruş ve görüşün simgesi olarak arz-ı endam ederler. Dilek, Saadet, Murad, Ünal, Yücel, Yeter, Alper, Bülent, Barış, Savaş, İlknur, Songül, Metin, Çetin, Sadık vs. gibi isimlerin çağrışımları bu cümledendir…
Bizdeki kadar isimlere takmış, başka bir millet var mıdır? Her sene değişen dekorasyon fikirleri gibi üzerlerinde moda rüzgârları eser durur. Halbuki; gelişmişlikleri her fırsatta kutsanan Batı kültürlerinde bu konuda tam bir kendini tekrar ve kısırlık (!) hakimdir. Bir İngiliz klâsiği ile gösterimde olan bir Amerikan filmindeki isimler hemen hemen aynıdır. Aradan geçen bin yıllar onların peygamber, aziz ve azizelerinin hatıralarını yaşatan adların popülaritesinden hiçbir şey eksiltmez. Bizde ise bu ya ifrattır, ya tefrit, ya da ikisinin ortasında kalmış bir ucube...
Geleneksel yapımızda doğan çocuğa dinî ve millî şahsiyetlerin ya da aile büyüklerinin ismini koymanın, yerleşmiş bir örf olduğu hepimizin malûmu. Aile büyüklerinin ismini koymak konusundaki aşırı duyarlılık çoğu zaman komik manzaralara bazen de özellikle resmî evrakla ilgili sıkıntılara sebebiyet vermiyor da değil. Yakın akrabalardan müteşekkil bir köyde sözgelimi 10 Hasan Kara’ya, 20 Ayşe Sarı’ya rastlamak mümkün. Tabiî olarak da köy halkının toplam yekûnundaki isim çeşitliliği iki elin parmaklarından yukarı çıkamıyor. Hakeza; 10 Hamid isminden bir tanesinin olsun, bir harf değişikliği ile diyelim ki neden “Halid” olamadığının cevabı; tabiî ki büyük dedeye izafe edilen saygının izhar edilmesi arzusundan başka bir şey değildir.
İfrat; klâsik olandan yeniye doğru yönelişte de kendisini gösteriyor. Bu kez de dinî muhtevalı ancak yeni trendli isimlere yapılan hücumlar sonucu sözgelimi bir sınıfın elemanlarının topyekûnu Esra, Betül, Merve, Büşra, Kübra, Fatih, Furkan, Emre, Talha isimlerinden müteşekkildir. Çocuklarımızın aynı anda birkaç tane Elif isimli arkadaşı vardır ve mecburen onlara soyadlarıyla ya da başka bir alâmet-i farikasıyla seslenmek zorundadır.
Tefrit; dini muhtevadan kopartılmış veya hakim ideolojinin uzantısı olan isim arayışlarında belirgin bir biçimde gözlemleniyor. Meselâ Cumhuriyetin ilk yıllarındaki çağdaşlaşma gayretlerinin akislerini isimler üzerinden okumak mümkündür. Ülkü, Utku, Tunç, Demir, Mete vs. Osmanlı mirasının İslâmî değerlerine sırt çevirişin; bunun yerine sadece Türkçü bir kimliği ikame etmeye yönelik bir temayülün simgesidirler. Geleneksel isimlerin reddinde böyle bir ideolojik belirleme olmasa bile batılı hayat tarzının etkisinde kalınarak yazılan romanlarda sıra dışı isimlerin tercih edildiği göze çarpar. Tijen, Bihter, Nejat gibi. Refik Halid Karay ise ‘Bugünün Saraylısı’ adlı romanının bir satırında isim modasına tutkunluğumuzu o günlerde revaçta olan; Ayşen, Ayten, Aysel, Aynur gibi kadın isimleri üzerinden örneklendirir ve “Ay merakına tutuldu millet” sözüyle hicveder.
Kafiyeli isim takmaktaki merakımız da yabana atılır gibi değildir. Hale, Lale, Jale, Orhan, Ayhan, Turhan, Remziye, Lütfiye, Kadriye gibi silsile halinde giden isimlere özellikle aile büyüklerimizin jenerasyonunda çok sık rastlanır.
Bir ahbabımız vardı. Oğlunun ismi Bülent, kızının ismi Ece idi, üçüncü çocuğunu beklerken takılmadan edemezdik. Gelen erkek de olsa kız da olsa fark etmez “Vit” koyar çıkarsınız işin içinden diye. Osmanlı padişahlarına hayran bir diğer akrabamız da—çok ihlâsla istemiş olacak ki—çocuklarının ismi sıralamayı bozmayacak şekilde Fatih, Sultan (kız), Mehmet olmuştu.
Hareket noktası nasıl olursa olsun geçmişte her ismin bir hikâyesi, o hikâyeyi nesilden nesile aktaracak bir “tesmiye” âdeti mevcuttu. Büyük bir medeniyetin beşiğinde asırlardır sallanan bu milletin ad takma temayüllerinin çeşitliliğinden tabiî ne olabilir? Sözümüz; eski dile vakıf büyüklerimizin özene bezene taktığı ve söylenişi ve muhtevası ile sahibini de güzelleştiren o kıymetli isimleri banal, demode bulup tarih çöplüğüne atma umursamazlığınadır. Şimdi artık kim Mualla, Muazzez, Melâhat, Refik, Selâhaddin gibi isimleri takmak ister? Anlamlarına kim kafa yorar? (“Iıy!. Almayalım” dediğinizi duyar gibiyim!) Bu gün geldiğimiz noktadaki isim arayışlarımız tam bir “araf” halidir. Ait olduğu medeniyetin kültür izlerinden bîhaber kalmışlığın, yeniyi de eskiden beslenerek kuramayışımızın resmidir. Konuşmadığımız dilin, harelenmediğimiz bir kültürün dışında kalınca isimlerle kurduğumuz bağ da çok sığ olacaktır tabiî olarak…
Milletleri tarih üzerinden silmeye çalışmanın en önemli silâhlarından biri de hakim gücün yerel unsurların kendi dillerini almaya zorlanmalarıdır. Tarihte misalleri çoktur. Fakat günümüze daha yakın bir zamanda olduğu için Todor Jivkov liderliğindeki komünist yönetimin 1984-89 yılları Bulgaristan’da yaşayan Türklerin zorla Bulgar isimleri almaları için yaptığı baskıları hatırlarsınız. Silinmek istenen yalnızca bir isim değil, o isimlerin etrafında halelenen benlik mühürleridir, bir asimilasyondur. Dini, dili, ırkı, ataları, geçmişi sadece bu ameliyeyle bile yok sayılabilir.
Osmanlı sarayına getirilen cariyelerin veya hür olmakla beraber sarayda istihdam edilen Kafkas kökenli kızların geçmişiyle irtibatını tamamen silen, Mahidevran, Hüsnümelek, Bezmialem gibi şaşaalı isimlendirmelerde ise biraz daha farklı bir amaç vardır. “Senin varlığının bundan öncesi bizim için önemli değil, sen bu isim ve bu kimlikle bir değer taşıyorsun ve buraya aitsin” mesajı verilir.
İşte bugün yapılan buna hemen hemen benzer bir şeydir. Akrabalık ilişkilerini zayıflatarak, aidiyet hissinden mahrum, hikâyesi olmayan çocuklar yetiştiriyor, yetmezmiş gibi üstüne böyle hikâyesi olmayan isimler hediye ediyoruz!
Bu moda böyle sürüp giderse, bir Ecrin Teyzenin, bir Eflin Halanın, bir Bartu Amcanın bu memleket sınırlarına hangi ülkeden iltica ettiğini, yeni türetilmiş veya uydurulmuş isimlerle tesmiye edilen yarının çocukları merak etmeyecekler midir?
Yeni isim akımının en samimiyetsiz gelen tarafı ise; ne şiş yansın ne kebap kabilinden takılanlardır. Bir eskiden bir yeniden isimlerle güya hem büyükler memnun edilir, hem de genç anne babanın rızası yerine getirilir. Mustafa Kuzey isminin ilkinin hiç kullanılmayacağını herkes adı gibi bilir bilmesine de; eğer bu sınav sisteminden vazgeçilmezse çocuğun kimbilir kaç kitapçığın kutucuğunu doldururken yanlış yapmamak için ecel terleri dökeceğini nedense dikkate almaz!
Bir de fonetiği, kulağa hoş gelişi yüzünden takılanlar var ki, her halde en çok yanlışa düşen kısım burasıdır. Bâde veya Bûse gibi netameli isimlerin böyle bile isteğe takılmasının arkasında başka nasıl bir sebep aranabilir. Aleynâ ismindeki musıkîyi kim inkâr edebilir? Anlamları mıdır cezb edici olan, ahenkleri mi?
Aslında bu sanıldığı kadar yeni bir şey de değil. Nihat Sami Banarlı, yıllar önce tam da gündemimizde olan bu sorulara cevap olurcasına bakın neler yazmış: “Üç kardeştiler. Sizin adınız nedir. Cânan efendim, ya ablanızın ki? Nâlân. Daha büyük ablalarının ki ise Nâzan’dı. Peki Nâlân ne demek? Bilmiyorlardı. Bu kelimenin manasını, anneleri de hatta babaları da bilmiyordu. Onlar sadece kızlarına Nâzan’la kafiyeli ve o güzel kelimenin ahenginde bir söz olduğu için bu ismi koymuşlardı. Manasını bilselerdi belki de kızlarına bu ismi koymazlardı. Çünkü Nâlân bizim Türkiye topraklarında kazandığımız iki â sesiyle seslendirilmiş güzel sesli bir kelime olmasına rağmen manası ‘ağlayan, inleyen’ demektir.“
İsimleri bir de köylü veya şehirli şeklinde tasnif etmek de bize has bir takıntı olsa gerek. Gelin görün ki; arif olmanın âlim olmaktan üstün geldiğine bir kez daha ikna olduğumuz bir tesmiye âdetinin arkasında gizlenmiş inceliğe, müellifin aynı eserinde ibretli bir misalle şahid oluyoruz: “Doğu Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden İstanbul’a, Ankara’ya veya başka büyük şehirlere akın eden halkımız var. Bunlar ailece gelip apartmanlarda kapıcılık iç hizmetleri ve başka işler yapıyorlar. Adlarını öğreniyorum. Bilhassa kadın adları dikkatimizi çekiyor. Gül, Gönlügül, Yazgülü, Gülşah, Güldane, Güldalı, Gülizar, Gülbeyaz.. Hatta erkek adı olarak da bazen Gülbey. …Soruyorum: Sizin oralarda gül bahçeleri çok olmalı, köy evlerinin bahçelerinde çok mu çiçek yetiştirirsiniz? Adı Güldalı olan kadın cevap veriyor: Hayır Beğ. Bizim oralarda çiçek bahçesi ne gezer, biz toprağı tarla diye kullanırız. Peki kızlarınıza bu kadar çok ve bu kadar güzel gül adlarını yoksa güle hasret duyduğunuz için mi koyuyorsunuz? Hayır beğ, bizim hasret duyduğumuz başkadır. Bizim oralarda inanılır ki gül, Hz. Muhammed’in (asm) remzidir.”
Ali Murad Daryal ise “Kavramlar ve Medeniyetler” adlı makalesinde “vermek” kavramının millî meziyetlerimizden biri olduğuna atıfla bunun zirvesinin ise ‘kendini vermek’ olduğunu ifade eder ve bir misal getirir: “Anadolu insanı evlâdı doğunca ona isim koyuyordu: ‘Satılmış.’ O kadar isim arasından bu ismi seçmişti. Maalesef bugün bu, kötü mânâya gelmektedir. Fakat aslında bu Kur’ân-ı Kerîm’de; ‘Allah Teâlâ mü’minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır’ tarzında varit olan İlâhî teklife beşerî ölçülerde gösterilebilecek en mükemmel bir kabul oluyordu. Allah’ına, Peygamberine, imanına, Kur’ân’ına ve bütün mukaddesatına satılmış. Anadolu insanı evlâdına bu ismi koyarak, daha doğarken onu bütün değerlerine adamış oluyordu. Bunun için bu yiğit insanlar Galiçya’da, Trablusgarp’ta, Çanakkale’de, Yemen’de şehit düşüp kefensiz ve mezarsız yatıyorlar.”
Her neyse; siz bütün bunları boşverin! Eğer çocuğunuza gündem dışı kalmış bir ad vermekten korkuyorsanız, son günlerde en popüler isim olarak Alex‘i tavsiye ediyorum. Nasıl olur demeyin. Bu coğrafyadaki söylenişiyle İskender olarak zaten mevcut. Hem ünlü bir futbolcunun adı diye raf ismini çocuğuna yakıştıranlar varken bu memlekette, Alex hiç de uçuk durmaz. Benden söylemesi! Diğer futbolcunun ismini mi merak ettiniz? Yeni isim uydurma arayışlarındayken baktığınız tonlarca isim rehberinde bir zahmet ona da göz atıverirsiniz!
Kaynaklar:
* Türkçenin Sırları, Nihat Sami Banarlı, Kubbealtı Neşriyatı, 1982, s: 183.
* Dini Hayatın Psiko-Sosyal Temelleri, Ali Murat Daryal, İfav, İst.-1994, s: 303.
ZEYNEP ÇAKIR
[email protected]