Zenginliği ve hazinelerinin çokluğuyla meşhur olmuştur. Bu serveti, “Kârûn kadar zengin” gibi ifadelerle deyimleşmiştir.
Hazreti Musa (as) zamanında yaşamış, servet ve ihtişama kavuştuktan sonra hırs, gurur ve enaniyetinin esiri olmuştur. Mal ve servetini Allah’ın ihsanı olarak değil de kendisinde var olan ilim sayesinde verildiğini iddia etmiştir. Kasas Sûresinde, Hazreti Musa (as) ile aralarında cereyan eden hadiselere yer verilmiştir. Risâle-i Nur’da, küfran-ı nimet olarak sarfettiği sözlerine yer verilmiştir. Buradan hareketle, maddiyatı ön planda tutan ve her yola başvurmayı mübah sayan Avrupa medeniyetinin menfi kısmının sebep olduğu iki dünya savaşı ile yerküreyi nasıl yangın yerine çevirdiklerine de dikkat çekilmektedir.
Kârûn, Musa Aleyhisselam’ın kavmindendi. İsrailoğullarına mensup olup Firavun’un yönetimi sırasında görevlisi ve hazinedarı idi. Bundan evvelki dönemde fakir ve güzel huylu idi. Firavun’un yakın adamlarından biri olmasının sağladığı imkânlarla giderek zenginleşti. Mal ve serveti arttıkça hırsı ve cimriliği de o oranda arttı. Zamanla sahip olduğu zenginliği, kendi ilminin ve dehasının ürünü olarak görüp müthiş bir gurur ve enaniyet sergilemeye başladı.
Kârûn, ilk önceleri Hazreti Musa’ya iman etmişti.
Karun’un Hz. Musa’nın yakın akrabası olup amcazadesi olduğu da rivayet edilmektedir. Onun yakın çevresinde bulunmuş, Yüce Peygamberden kimya ilmini öğrenerek hayır duâsını almıştı. Hatta bazı rivayetlere göre; kendini ilim ve ibadete vererek Hazreti Musa ve Hazreti Harun’dan sonra İsrailoğullarının en bilgili şahsı seviyesine yükseldi. Tevrat’ı ezberleyip çok güzel bir şekilde okurdu. Ancak, sahip olduğu maddî servet başını döndürmeğe başladı. Hırsı ve kıskançlığının etkisiyle münafıklığa yeltendi. İnsanlar arasında gezerken yere göğe sığmaz oldu. Bir taraftan serveti diğer taraftan da ilmiyle övünmeye ve şımarmaya başladı. Hazreti Musa’nın kavminden olmasına rağmen, Peygamber (as) aleyhinde Firavun’la işbirliği yapmaya başladı.
Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ettiği servet çok büyük bir seviyeye ulaşmıştı. Kur’ân-ı Kerim’in tabiriyle, “... öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı” (Kasas 76). Kavmi kendisine “Şımarma! Çünkü Allah şımarıkları sevmez” uyarısında bulundu; “Ey Kârun, malına mağrur olup sevinme. Çünkü Allah, malına mağrur olup gururlananları sevmez. Allah’ın sana ihsan etmiş olduğu şeylerle, zekât ve sadaka vererek ahiret yurdunu ara ve dünyadan giderken sadece bir kefen olan nasibini unutma. Zira sen burada baki olmadığın gibi, mallarını da beraber götüremezsin. Öyle ise Allah sana bunca nimetlerle ihsanda bulunduğu gibi, sen de Allah’ın kullarına ihsanda bulun. Yeryüzünde fesat çıkarma. Zira Allah bozgunculuk yapanları sevmez” (Bünyamin Ateş; Peygamberler Tarihi, Yeni Asya Gazetesi Neşriyatı, 3. Baskı, İstanbul 1993, s. 439).
Kendi ilmimle kazandım!
Kârun, yapılan ikazlara kulak asmadı. Kendisine verilen mal ve servetin bir imtihana binaen verildiğini düşünmek bile istemedi. Sahip olduğu zenginliğin tamamen kendi ilminin ve dehasının, aklının çalışması olduğuna inanıyor ve iddia ediyordu. Gururlu bir şekilde; “bu kadar mal ve hazineler bende olan ilim sayesinde verilmiştir. Ve tamamiyle bana aittir. Başkasının ne hakkı var ki, onlara ihsanda bulunayım.” demeye başladı.
Kârûn, sahip olduğu ve servetle göz kamaştırıyordu. Dünya hayatını arzulayanlar, keşke ona verilenlerin benzerleri bizim de olsaydı, diye söyleniyor ve onu çok şanslı zannediyorlardı. Ancak, ilim sahipleri öyle düşünmüyorlardı. Kârûn’a imrenenleri ikaz ederek, iman edip iyi şeyler yapanları çok daha büyük mükâfatların beklediğini hatırlattılar. Bu mükâfata ulaşmaları için yapmaları gereken sadece sabretmekti. Halbuki, başta Ad ve Semud kavmi olmak üzere nice zengin, kuvvetli kişi ve kavimler gelmişler ve isyanları dolayısıyla helâk olup gitmişlerdi. Kötü sonlarını ne servetleri ne de sahip oldukları bilgileri engelleyebilmişti.
Musa Aleyhisselâm, zekât âyetinin gereği olarak, Kârun’dan zekât vermesini istedi. Kendisi zekât vermediği gibi, İsrailoğullarının zenginlerini de zekât vermemeye teşvik etti. Sadece bu hareketi ile kalmadı. Firavun’la işbirliği yapıp Peygamberin (as) aleyhinde faaliyetlerine hız verdi. Bir kadınla, para karşılığı Musa Aleyhisselâm’a iftira etmesi konusunda anlaştı. Musa Aleyhisselâm’ın kavmine nasihat ettiği bir günde yanına gitti. O sırada, zinanın suç olduğu, büyük günah olması dolayısıyla cezasının ağırlığından söz etmekteydi. Aradığı fırsatı bulan Kârûn, Musa Aleyhisselâm’a, söylediklerinin kendisi için de geçerli olup olmadığını sordu. Hazreti Musa, böyle bir günahı işlediği takdirde cezanın kendisi için de geçerli olduğunu söyledi. Bu cevap üzerin Kârûn, parayla tuttuğu kadını şahit göstererek Peygamberin (as) bu kadınla zina yaptığı iftirasında bulundu. Cezanın uygulanmasını istedi.
Kârun’un dehşetli planı
Musa Aleyhisselâm, kadına, Allah için doğruyu söyleyeceğine dair yemin ettirdi. Allah’tan korkan kadın, tövbe edip doğruyu söyleyince, Kârûn’un planı suya düştü ve kazdığı kuyuya kendisi düşmüş oldu. Ne yapacağını şaşırdı. Hazreti Musa (as) hemen şükür secdesi yaptı. Cenâbı Hakk’a yalvararak; “Ya Rabbi! Senin düşmanın bana eziyet etti, beni rezil ve rüsva etmek isteyip, çirkin bir fiille suçladı. Ey Allahım, onun cezasını ver” dedi. Daha sonra kavmine yönelerek; Cenâb-ı Hakk beni Firavun’a gönderdiği gibi Kârûn’a da gönderdi. Ona tabi olan onunla kalsın, bana tabi olan ondan ayrılsın, şeklinde uyarı ve ikazda bulundu. İki kişi haricinde kimse onun yanında kalmadı. Herkes tarafından terk edildi.
Kârûn; mal, mülk, servet ve bilgisine güvenerek Allah’ın emirlerine karşı çıkmış oldu. İmtihanı kaybedip Allah’ın gazabına uğradı. Büyük bir deprem sonrasında bütün mal ve mülkü ile birlikte yerin dibine battı. Kendisi ve servetinden hiçbir eser kalmadığı gibi arkasında akrabası da kalmadı. Kendi sebep olduğu akıbetiyle âleme ibret oldu. “Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler: Demek ki, Allah rızkı, kullarından dilediğine bol veriyor, dilediğine de az. Şayet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay! Demek ki inkarcılar iflâh olmazmış! demeye başladılar” (Kasas, 82).
Risâle-i Nur’da Kârûn’un ismi iki yerde geçmektedir. Onun Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini inkâr eden, hikmetini itham edecek tarzda nankörlük edip; “Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım” diyerek azap sillesini yemeyi hak ettiğinden söz edilmektedir. Ayrıca bu vesileyle, insanlara rahmet olarak verilen nimetlerin hikmetleri izah edilmektedir: “saltanat-ı insaniyet ve terakkiyât-ı beşeriye ve kemâlât-ı medeniyet, celb ile değil, galebe ile değil, cidâl ile değil; belki ona, onun zaafı için teshîr edilmiş, onun aczi için ona muâvenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. Ve o saltanatın sebebi, kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re’fet-i Rabbâniye ve rahmet ve hikmet-i İlâhiyedir ki, eşyayı ona teshîr etmiştir” (Sözler, s. 296).
Risâle-i Nur, Avrupa’nın menfi kısmının, Kârûn’un mala mülke baktığı gibi, herşeyi kendinden bilerek bir zulüm ve çatışma medeniyeti meydana getirdiğini belirtir. Bu bağlamda da 20. yüzyılda çıkan iki dünya savaşı örnek gösterilir. Bu savaşlarla, yüzyılların birikimin nasıl yok edildiği ve dünyanın nasıl yangın yerine çevrildiği hatırlatılmaktadır; “Menfi esasata bina edilen ve Karun gibi, “bu servet bilgim sayesinde bana verilmiştir” deyip, ihsan-ı Rabbânî olduğunu bilmeyip şükretmeyen ve maddiyyun fikriyle şirke düşen ve seyyiatı hasenatına galip gelen şu medeniyet-i Avrupaiye öyle bir semavî tokat yedi ki, yüzer senelik terakkisinin mahsulünü yaktı, tahrip edip yangına verdi. Avrupa zalim hükümetleri zulümleriyle, Sevr Muahedesi’yle âlem-i İslâm’a ve merkez-i hilâfete ettikleri ihanete mukabil öyle bir mağlubiyet tokadını yediler ki; dünyada dahi bir cehenneme girip çıkamıyorlar, azapta çırpınıyorlar. Evet, bu mağlûbiyet, aynen zelzele gibi, ihanetin cezasıdır (Kastamonu Lâhikası, s. 17).
Ancak, Kârûn’un servet ve iktidarına rağmen nasıl yok edildiğinden ibret almayan ve ellerinde bulunan maddî güçle her şeyi yapabileceklerini sananlar, dünyayı yangın yerine çevirmekten hala vazgeçmiş değillerdir. Bu da bir sırr-ı imtihan olsa gerektir.