"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Kur’ân medeniyetinin yeniden ihyası, en büyük vazife

26 Ekim 2012, Cuma
ASLA DÖNÜŞ VE YENİ BİR MEDENİYET OLUŞTURULMASI YA DA KUR′ÂN MEDENİYETİNİN TEKRAR İHYASI ASRIN EN ÖNEMLİ VAZİFESİ OLARAK GÜNDEME GELMİŞTİ. İNSANLARI KENDİ KURGULARI OLAN DÜNYADAN VE O DÜNYANIN İZAFÎ HÜKÜMLERİ OLAN OLUR/OLMAZ, BU BUDUR/ŞU ŞUDUR, BUNDAN ŞU ÇIKAR/BU ŞUNA YOL AÇAR GİBİ HÜKÜMLERİN SAHİCİ DÜNYANIN HÜKÜMLERİ İLE TEKRAR İFADESİ, YANİ KUR′ÂN′IN IŞIĞINDA DEĞERLENDİRİLMESİ İHTİYACI ÇOK ŞİDDETLENMİŞ
“Nasıl ki, yeterince yakından bakıldığında bir hücre nerede başlar, nerede biter görülemez, yeterince yakından bakıldığında kimin Müslüman olup kimin olmadığı da görülemez! Kâfir, mü’mine; elin bileğe, bileğin, kola, beden atomlarının dünyanın atmosferine, atmosferin atomlarının uzaya geçtiği gibi geçer. “İman bir derece meselesidir, küfür bir derece meselesidir. Ama bu gerçek yok sayıldı, çünkü Siyasî İslâm’ı, İslâm düşüncesini Aristo mantığı, Aristo bilimi yönlendirdi! Yahova aşılamadıysa, Aristo aşılamadığı içindir.
“Putperest Yunan’a dönüş, Rönesans, sadece Hıristiyan dünyasında olmadı. İslâm’ın da Rönesansı var. İslâm’ın Helenleşmesi var. Yunan, İslâm medeniyetinin kökeninde de var. 830’da Bağdat’ta kurulan Hikmet Evi, Beyt-ül Hikmet, bilimler akademisi, yirmi yıl içinde Aristo’nun, Eflatun’un, Öklid’in, Hipokrat’ın, diğerlerinin neleri var neleri yok çevirdi. Müslüman aydınlar, Yunan felsefesini Kur’ân’la uzlaştırmaya davrandılar. Aristo’nun Organon’u Yunan mantığının özüdür. Müslümanlar Organon’u sular seller gibi öğrendiler.
“Mutezile Mezhebi, daha 700’lü yılların ortalarında oradaydı. Mutezile, bazı şeylerin ilkesel olarak bilinemez olduğunu, matematik formunda ispatlayan Heisenberg’in öncüleri! Mutezile, Harun Reşid’in ve oğlu Memun’un Müslümanları Helenleştiren mezhebi.
“Sonra, Feylesef-ül Arab, el Kindî. Pitagoras Matematiğini bütün bilimlerin temeli olarak benimseyen adam, Matematik bilmeyenin felsefe yapamayacağı konusunda Eflatun’la aynı fikirde olan adam. Tıp, ecza ve müziği Matematiğe döken adam. Aristo İlâhiyatı’nı Arapça’ya çeviren adam. Aristo’yu, Eflatun’la uzlaştırmaya çalışan adam. Öklid geometrisiyle yatıp kalkan adam. Rager Bacon’a, Optik konusundaki düşüncelerini veren adam.
“Sonra, dünya felsefe tarihinde isim yapan ilk Türk, Türkistanlı Farabî. Aristo’nun Fizik’ini kırk kere; de Anima, Ruha Dair’i iki yüz kere okuyan adam. Falsofa Aristotalis’in yazarı. Geride bıraktığı otuz dokuz kitabında Aristo’yu anlatan adam.
“Sonra, büyük mantıkçı, İbni Sina. Aristo’nun Metafizik’i ile büyüdüğünü söyleyen adam. Kanun adlı kitabında, Aristo’dan Hace-i Evvel, diye bahseden adam. Aristo’ya Aziz Thomas Acquinas da öyle derdi: The Filozof! Dante de öyle, Bilenlerin Ustası!
“El Birunî var. Ortaçağın en büyük matematikçisi olarak bilinen, dünyaya cebiri armağan eden Muhammed ibni Musâ el Harizmî var. Ne tuhaf! Harizmî, 780, Hive doğumlu. O, Hazar Denizi’nin doğusundan, Lütfi Askerzade batısından, tesadüf olabilir mi?”11
 Sonuç olarak, Kur’ân medeniyeti zaman içerisinde felsefe ile bulanmış ve Kur’ân’ın hayata taşıdığı değerler dejenere olmuştur. Makam-ı alâ’dan, yani varlığı ve bütün âlemleri ihata edebilecek yükseklikten bakan ve vahye dayalı hükümler ortaya koyan Kur’ân’ın, Küllî Akıl’ın, hükümleri insanların dar akılları ve sınırlı duyularının verileri ile çıkarılmış hükümlerin sınırlılığı içinde anlaşılsın istenmiştir. Bu gelişmenin sonucunda “Ne güzel yaratılmış!”ın yerini “Ne güzel!” almış; niyet’in ve nazar’ın da eşya üzerinde etkili olabileceği ve eşyanın bu yolla ayine olabileceği göz ardı edilip, sabit varlıkların sürekli işleyen kanunların emrinde mekanik bir tarzda verildiği makinalaşmış bir kâinat algısı hakim olmuştur. Bu, İslâm âlemi içinde de yerleşen bir bakış olmuş ve Kur’ân medeniyetinin yerini Batı medeniyeti ismen olmasa bile fiilen almıştır. Asıl kötü olan da hastanın hastalığın farkında olmamasıydı. Yani Kur’ân’ın emirleri doğrultusunda yaşıyor oldukları zannı ile insanlar Batı medeniyetinin bütün değerlerini hayatlarına aktarmışlar ve onun ölçüleriyle yaşamaya başlamışlar.
Böyle bir durumda, asla dönüş ve yeni bir medeniyet oluşturulması ya da Kur’ân medeniyetinin tekrar ihyası asrın en önemli vazifesi olarak gündeme gelmişti. İnsanları kendi kurguları olan dünyadan ve o dünyanın izafî hükümleri olan olur/olmaz, bu budur/şu şudur, bundan şu çıkar/bu şuna yol açar gibi hükümlerin sahici dünyanın hükümleri ile tekrar ifadesi, yani Kur’ân’ın ışığında değerlendirilmesi ihtiyacı çok şiddetlenmişken; Bediüzzaman Asr-ı Saadetten, Hz. Muhammed’den (asm) aldığı feyz ve Kur’ân’dan direkt alınan hakikatlerin sünnetle yorumu sonucu, Küllî Aklın verilerini oluşturan Risale-i Nur meyvesini sundu. Bu Kur’ân medeniyetinin tekrar ihyasını hedefleyen, eşyaya ve ondan esmâya uzanan yolda varlıkların ve kavramların anlamlarını yitirmişliğine çare olmaya çalışan bir atılımdı. Asr-ı Saadette mücessem putlara ve onların gerisinde idrakte, iç âlemlerde mana ile bağlantısı kopmuş kavramlara karşı verilen mücadele, geçmiş peygamberler ve sonradan gelen varisler yani âlimler tarafından kendi asırlarına taşınmıştır. Felsefe, ben merkezli hükümlerinde yani kendi idrak dairesine sınırlı hakikat anlayışında izafî, indî ve şahsî kalmaya mahkûmdur. “Gözlemler, özellikle de gözlem önermeleri her zaman gözlemlenen olguların yorumlarıdır; bunlar kuramların ışığında yorumlamalardır.” 12 Kartezyen dünyaların iç kuralları bu kuralları koyanlar tarafından hüküm koyucu, yaptırımı olan kavramlar hâline dönüştürülmüştür. İnsanlık ve İslâmlık tarihi boyunca Asr-ı Saadete kadar olan her bir peygamberin döneminde ve Asr-ı Saadette temel mücadele, bu dar bakışların vahyin bakışına yakınlaştırılabilmesi yönündedir. Asr-ı Saadet sonrasında ise, Kur’ân adına felsefenin hükümlerinin ortaya konduğu ve vahyin bakışının verilenerek daraltıldığı iki önemli dönemde, felsefenin kirlerini temizleme gayreti işine girmiş, bu yolla Kur’ân medeniyetinin ihyasını hedefleyen iki önemli şahsiyet: İmam-ı Gazalî ve Bediüzzaman Said Nursî.
“Yunan felsefesinin tesiriyle yeni doktrinlerin gelişerek zevk ve sefahete müheyya kitleler nezdinde itibar kazandıkları, ulema ve hükemadan kendilerine rehber buldukları, yozlaşmış ve kuru bir fıkıh anlayışının mal-mülk edinme vasıtası hâline getirilerek dinin istikametinin gereği olan ahiret bilincinin dumura uğradığı, Batınîlerin siyasî destek ve maksatlar yoluyla dehşet saçtıkları ve nihayet İslâmî ilimlerin kuru ezber ve tekrarlarla medrese temrinleri ötesinde bir mana ifade etmediği bir dönemde, İslâm’ın maksadını/maksatlarını yeni bir ruh ve ihlâslı bir solukla dile getirecek, günümüzdeki Batılılaşma/modernleşme sadmesine benzer Helenistik bir sadmeye göğüs gerecek ve adeta ölmüş olan İslâmî ilimleri yeniden ihya edecek bir mütefekkire, bir müceddide ihtiyaç duyulduğu bir zamanda İslâm ümmeti içerisinden İmam Gazalî adında bir zat zuhur etmiştir.”13 Bu durum Hicrî 400-500. yıllar arasında cereyan etmiş ve yaklaşık bin yıl sonra, aynı hastalıkların ortaya çıktığı günümüzde, Bediüzzaman Said Nursî asra ışık tutmuş, zamanın getirdiği ilmî, siyasî karışıklıklar ve felsefenin, pozitivizmin, Batı medeniyetinin karışıklıkları içinde Kur’ân’ın berraklığına dayanmanın rahatlığını yaşamış ve yaşatmıştır. Bu sebeple Kur’ân medeniyetinin ihyası onun temel gayesi olmuştur. Bu anlamda mektep, medrese ve tasavvufun; diğer bir ifade ile fen ilimleri, din ilimleri ve tasavvuf olarak adlandırılan kavramların ahenk içinde mezcini temel gaye edinmiştir. Hakikatin net olarak ortaya konamamasında kurgu olan dünyaların rolünü şu çarpıcı satırlarla ortaya koyar: “İşte, Kur’ân-ı Hakîm’in ulviyetine en sadık bir delil ve hakkaniyetine en zahir bir bürhan ve i’cazına en kavî bir alâmet şudur ki: Kur’ân, bütün aksam-ı tevhidin bütün meratibini bütün levazımatıyla muhafaza ederek beyan edip muvazenesini muhafaza etmiş, hem bütün Esma-i Hüsna’nın iktiza ettikleri ahkâmları cem’etmiş, o ahkâmın tenasübünü muhafaza etmiş, hem rububiyet ve uluhiyetin şuunatını muvazene ve cem, bir hasiyettir; kat’iyyen beşerin eserinde mevcut değil ve eazım-ı insaniyenin netaic-i efkârında bulunmuyor. Ne melekûta geçen evliyaların eserinde ne umurun batınlarına geçen İşrakkiyyunun kitaplarında bulunuyor. Güya bir taksimü’l-amal hükmünde, her bir kısmı hakikatin şecere-i uzmasından yalnız bir iki dalına yapışıyor, yalnız onun meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor; başkasından ya haberi yok, yahut bakmıyor.
Evet, hakikat-ı mutlaka, mukayyed enzâr ile ihata edilmez. Kur’ân gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki, ihata etsin. Kur’ân′dan başka, çendan Kur’ân’dan da ders alıyor, fakat hakikat-i külliyenin, cüz’i zihniyle, yalnız bir iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapsolur, ya ifrat veya tefrit ile hakaikın muvazenesini ihlâl edip, tenasübünü izale eder. Şu hakikat Yirmi Dördüncü Sözün İkinci Dalında acip bir temsil ile izah edilmiştir. Şimdi de başka bir temsil ile şu meseleye işaret ederiz.
Meselâ, bir denizde hesapsız cevherlerin aksamıyla dolu bir definenin bulunduğunu farz edelim. Gavvas dalgıçlar, o definenin cevahirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan, el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvas hükmeder ki, bütün hazine uzun direk gibi bir elmastan ibarettir. Arkadaşlarından, başka cevahiri işittiği vakit hayal eder ki, o cevherler, bulduğu elmasın tabileridir. Fusûs ve nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevî bir yakut, eline geçer, başkası murabba bir kehribar bulur. Hakeza, her biri eliyle gördüğü cevheri o hazinenin zevaid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur, tenasüp de gider. Çok hakaikın rengi değişir. Hakikatın hakikî rengini görmek için tevilata ve tekellüfata muztar kalır; hatta, bazen inkâr ve ta’tile kadar giderler. Hükema-i İşrakiyyunun kitaplarına ve sünnetin mizanıyla tartmayıp keşfiyat ve meşhudatına itimat eden mutasavvıfinin kitaplarını teemmül eden, bu hükmümüzü bilâşüphe tasdik eder. Demek, hakaik-ı Kur’âniyenin cinsinden ve Kur’ân dersinden aldıkları hâlde-çünkü Kur’ân değiller-böyle nakıs geliyor.
Bahr-i hakaik olan Kur’ân’ın âyetleri dahi o deniz içindeki definenin bir gavvasıdır. Lâkin, onların gözleri açık; defineyi ihata eder, definede ne var ne yok görür. O defineyi öyle bir tenasüp ve intizam ve insicamla tavsif eder, beyan eder ki, hakikî hüsn-ü cemali gösterir.” 14
Hz. Ömer’in, “Hatırladıkça beni güldürüyor” dediği, hamurdan putlar yapıp tapmak, sonra da acıkınca onları yemek komikliğine insanlar asırlar boyu hep düşmüşler. Fark yalnızca hamurun yerini bilim, tabiat, iktidar, para gibi kavramların alması olmuş. Yukarıda bahsedilen, Kur’ân’dan ders alıp ancak ölçü ve dengeyi muhafaza edemeyen yaklaşımlar da bu eğilimden nasibini alarak, kısmen materyalist ve pozitivist bakışa bürünmüşler. Kendi koydukları kurallar bütünü olan bilim, büyük ekseriyet için hüküm verici, kural koyucu, tabi olunan “en hakikî mürşid” konumuna gelmiştir. Kimliğini ve benliğini özde yitirmiş, ancak ismen “Müslüman âlim” konumunda olanlar ve yaklaşımlarında “ecnebî feylosof”tan farksız şekilde, bilimin ışığında ve “mürşid”liğinde Kur’ân’ı okuma hatta Kur’ân’ı kendi dar akıllarının ürünü olan bilime uydurma gayreti içine girmişler ve “bu terazi bu sıkleti” çekmeyince, bütün İslâm âlemi derinden yaralar almış ve iç âlemlerde İslâm, lâyık olduğu yerden çok uzaklaşmıştır.
 
Dipnotlar:
11. A.g.e., s. 386-388.
12. The Logic of Scientific Discovery, s. 107.
13. İmam-ı Gazalî, İhya-i Ulûmi’d-din, Trc: Ali Arslan, Önsöz’den.
14. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 25. Söz, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994, s. 404.
 
 
Dr. HAKAN YALMAN
 
Okunma Sayısı: 2167
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı