Dinî ıstılâhta mu'cize, peygamberlerden zuhur eden, nübüvvet dâvâsını ispat ve doğrulamak maksadıyla, insanların benzerini meydana getirmekten aciz kaldıkları, âdetullaha ve tabiat kanunlarına aykırı olan harikulâde olaylara denir. Mu'cize gerçekte Allah’ın fiilidir, “peygamber mu'cizesi” denilmesi mecazîdir.1 Nitekim Ankebut Sûresi 50’nci âyette “De ki: ‘Mu'cizeler ancak Allah’ın katındadır” buyurulmakta ve her an insanın çevresinde meydana gelen ve Cenâb-ı Hakk’ın irade ve kudretiyle gerçekleşen hadiselerin de mu'cize kabilinden olduğu ima edilmektedir. Yeter ki insan aklı ve gözü bu hadiselerin harika yönlerini ve Allah’ın sıfat ve isimlerine delâletini görebilsin.
O halde mu'cizeler, sadece peygamberler tarafından irşat için insanlara gösterilen harika ve sıra dışı hallerden ibaret değildir. Her birimiz aslında birer mu'cize sayılabilecek fiilleri Yaratıcımızın izni ve yardımıyla gerçekleştiriyoruz. Tabiî ki sahip olduğumuz bu harika fiiller bizi kendiliğinden İlâhî yakınlığa eriştirmez, ancak imanımızı kuvvetlendirmek ve tahkikî imana çevirmek konusunda her an yüce Yaratıcımızın bizlere bahşettiği mu'cize değerindeki ihsan ve lütuflar olarak görmemiz gerekmektedir. Bu mu'cizelerden bir tanesi her insanoğlunun doğuştan sahip olduğu konuşma yeteneği ile gerçekleştirdiği dili kullanma, yani lisan hadisesidir.
Dilbilimde ana hatlarıyla dil, seslerin, sembollerin ve kelimelerin kullanılmasıyla insanlar arasında mana, fikir, düşünce ve duyguların ifade edilmesine yarayan bir iletişim sistemi olarak tarif edilmektedir. Dilin ifadesi sözlü ve yazılı olduğu kadar beden dili gibi farklı şekillerde gerçekleşmektedir.
Bir dilin omurgasını oluşturan başlıca unsurlar şunlardır:
Birincisi insan bedeninde bulunan ses organlarının ve akciğerlerin yardımıyla nefes alınıp verilirken çıkarılan ve sayısı dilden dile göre değişen yüze yakın sestir. Bu sesler ünlü-ünsüz, kalın-ince, düz-yuvarlak, geniş-dar, titreşimli-titreşimsiz, boğumlu-boğumsuz, sert-yumuşak ve benzeri farklı özellikler gösterir. Bu seslerin farklı, ama uyumlu terkipleri hece ve kelimeleri, bunlar da ifade ve cümleleri meydana getirir.
İkincisi, sesler ve onların terkipleri olan kelimelerden her birisinin insan zihninde bir veya bir çok mânâya karşılık gelmesidir. Mânâlar ise dış dünyada var olan varlıklara, akıl ve kalbimizde tasavvur ettiğimiz duygu ve düşüncelere karşılık gelmekte ve adeta bir elbise oluşturmaktadır. Bu münasebet üç boyutludur ve ilk boyutunda varlıklar-duygular-düşünceler vardır; ikinci boyutunda bunların insan zihnindeki karşılığı olan mânâlar mevcuttur ve üçüncü boyutunda bu mânâlara karşılık gelen ve her dilde farklı ifade edilebilen sesler ve kelimeler bulunur. Ancak bir topluluğu oluşturan insanların zihinlerinde aynı seslerin ve kelimelerin ortak bir düzen içinde aynı varlıklara karşılık aynı manaları ifade etmesi gerekir ki, ortak bir anlaşma sistemi oluşsun. Yoksa iletişim ve anlaşma yerine kargaşa, keşmekeş ve iletişimsizlik ortaya çıkar.
Dilin üçüncü unsuru ise her biri bir anlam ifade eden kelimelerin arasındaki münasebetlerin belli tarzlarda düzenlenmiş olmasıdır ki, bu kurallara gramer veya sözdizimi denmektedir. Sözdizimi kuralları dildeki kelimelerin ve söz öbeklerinin türlerini, vazifelerini, birbirleriyle münasebetlerini ve zaman, kişi, sayı, cinsiyet, durum vb. şartlara göre birbirleriyle etkileşimlerini ve dönüşümlerini düzenler ve dil sisteminin en kapsamlı unsurudur. Dillerin bünyesindeki kelime ve ifadeler değişebilir, başka dillerden alınıp verilebilir, ama söz dizim kuralları kolayca değişmez ve uzun ömürlüdür.
Lisan dediğimiz konuşma hadisesi meydana gelirken bunu sağlayan altyapı da unutulmamalıdır. Sağlıklı bir insan bedeni, sesleri çıkarabilecek özelliklere sahip ses organları, yeryüzünde insanın yaşamasına müsait ortam, teneffüsün gerçekleşmesine uygun ve hassas bir gaz yapısına ve basınca sahip atmosfer, havanın sesleri iletme yeteneği olmadan ne konuşma, ne duyma ne de iletişim gerçekleşebilir. Demek ki lisan; insanı ve dünyayı birlikte düşünen ve her şeyi ona göre yaratan ve düzenleyen bir İlâhî irade, ilim, hikmet ve kudretin eseridir.
Dili oluşturan yapının bu kadar karmaşık oluşu ve dilin gerçekleşmesini sağlayan altyapı ve çevre şartlarının beraberce düşünülmesinin zorunluluğu ilk insanların bir araya gelerek dili icat ettikleri ihtimalini düşünmeye pek imkân ve ihtimal bırakmıyor. Dil bir İlâhî ihsan ve hediyedir.
Evet dil gerçekten de harika olaylar zinciri ve bir mu'cizedir. Dil sayesinde fizik ve metafizik âlemler arasında köprüler kurulmaktadır. Hiçbir varlığın kendisine benzemediği, maddeden, mekân ve zamandan münezzeh Yüce Yaratıcımız, zaman, mekân ve ihtiyaçların mahkûmu olan insana ezelî ve ebedî hitabını ulaştırmak için dili vasıta olarak kullanmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de “Rahmân, Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.” (Rahman, 1-4) denilmek sûretiyle düşünme ve düşünceleri ifade etmenin aracı olan dilin insana öğretilmesinin kaynağının İlâhî rahmet olduğu vurgulanmaktadır. İnsanın yaratılışından bahsedildikten sonra lisanın insana öğretilmesinden söz edilmesi ve öncesinde de Rahmân’ın, Kur’ân’ı öğrettiğinin hatırlatılması çok derin manalar taşımaktadır. Bu üç hadisenin birbiriyle çok yakından ilgili olduğu, âyetlerin nüzul sırası ile ifade edilmekte ve makam itibariyle Rahman isminin zikredilmesiyle de bu fiillerin İlâhî rahmet eseri olduğu bize anlatılmaktadır. İnsan, Yüce Yaratıcı (cc) tarafından hiçten ve yoktan var edildikten sonra fani, aciz ve fakir olmasına rağmen muhatap alınmakta ve ona kâinatı temsil vazifesini ve bütün canlıların sözcülüğü vasfını yerine getirebilmesi için dilden istifade imkânı bahşedilmektedir. Yine Yaratıcının rahmetinin eseri olarak yaş ve kuru her şeyi içinde bulunduran Kur’ân’ın insana öğretilmesiyle insana verilen emanetin sorumluluğu hatırlatılmaktadır. Ahzab Sûresinin 72. âyetinde “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” buyurularak bu sorumluluk açıkça dile getirilmektedir ve ciddî sonuçlarına dikkat çekilmektedir.
Her biri küçük birer âlem olan insanlar arasında dil ve konuşma sayesinde iletişim gerçekleşmekte ve bireylerin ortak hareketi ile sosyal olaylar ve toplumsal sonuçlar ortaya çıkmaktadır. İyi ve güzel bir iletişimle insanlar anlaşabilmekte; ekonomik, siyasî, kültürel, dinî, ilmî ve benzeri alış verişler ve işbirlikleri meydana gelmektedir. İletişimin olmadığı ya da uyumsuz olduğu hallerde ise geçimsizlikler, tartışmalar, krizler, çatışmalar, savaşlar çıkmakta ve insanoğlunun nice emekleri ve çalışmaları boşa gitmektedir. Bu ikinci halde Kur’ân-ı Kerîm’de yapılan ikazda da ifade edildiği gibi insan; rahmet eseri öğretilen dili lâyıkıyla kullanmadığında, yani rahmet eseri öğretilen İlâhî kelâmın derslerine ve rehberliğine aykırı olarak kullandığında, emanetin gereğini hakkıyla yerine getiremediğinden “zalim ve cahil” konumuna düşmektedir.
Bilgi ve tecrübeler, duygu ve düşünceler, arzu ve hayaller dilin çeşitli formları sayesinde ses ve ifadeye kavuşmakta, yazı ve sembollerle müşahhas bir vücuda bürünmekte ve bir kaynaktan ötekine ulaşmaktadır. Yine dil sayesinde insanlığın en büyük servetini ve medeniyetinin temelini oluşturan kütüphaneler, insanoğlunun fikir ve düşüncelerinin, bilgi ve inançlarının, san'at ve zevklerinin eserleri olan sayısız kitaplar, görüntülü ve sesli eserler vücuda gelmektedir.
İnsanlar konuşma kabiliyeti ve iletişim kurma sayesinde birbirlerini anlamakta; bilgi, düşünce, duygu ve isteklerini birbirlerine aktarmakta ve toplum hayatının gereğini yerine getirebilmektedir. Bir anne yavrusuna sevgi ve şefkatini ninnilerle dile getirmektedir. Bir baba evlâdını yetiştirirken tecrübelerini ona en veciz öğütlerle anlatmaktadır. Bir öğretmen öğrencilerine bilgi ve tecrübesini konuşarak aktarmaktadır. İnsanlar söz san'atının inceliğini ve değerini kavramış rehberlerin hikmetli açıklamalarıyla hayata bambaşka açılardan bakabilmekte ve hayatlarının akışını değiştirebilmektedirler. Ya da bir insan diğerinin bir sözü ile öfkelenebilmekte, karşıdakinin can ve malına zarar verebilmektedir. Hâkim yargıladığı kişilerden kimin suçlu ve suçsuz olduğuna, zanlı ve şahitleri dinleyerek, eldeki yazılı, sözlü ve diğer delilleri muhakeme ederek karar vermekte ve kararını muhataplarına dilin imkânlarıyla tebliğ etmektedir. Hâkimin bir sözü birisine hürriyetini kazandırırken, diğerinden esirgemekte ve bazen de canına mal olabilmektedir.
Bu kadar harika, tesirli, İlâhî ihsan eseri olan ve mu'cizevî özelliklere sahip bir lisan, acaba sadece insanın günlük hayatındaki ihtiyaçlarını gidermek ve geçici dünyevî maksatları yerine getirmek için mi insanoğluna ihsan edilmiştir? Çok değerli bir vasıta ve cihaz olan lisan yalnızca sıradan işlerin gerçekleşmesi için mi insanoğluna verilmiştir? Salim bir akıl ve istikametli bir kalbin bu sorulara evet demesi beklenemez. Öyleyse lisanın harikalığına ve ulvîyetine yakışır kullanım maksadı nedir? Bu soruya cevap yine İlâhî rehberden gelmektedir. İnsanın yaratılış maksadı ne ise insanın sahip kılındığı değerli cihaz ve araçların da kullanım amacı bu yaratılış maksadına uygun olmalıdır.
Allah (cc), “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât: 56) buyurmaktadır. Bu âyeti en güzel bir biçimde tefsir eden Üstad Bediüzzaman Hazretleri Onbirinci Söz’de insanın hayatına bahşedilen ve vücut makinesine yerleştirilen nâzik lâtifeler, hassas aza ve âletler, muntazam cihazlar ve duyarlı hissiyatın yegâne gayesinin, Mün’im-i Hakikî olan Cenâb-ı Hakk’ın bütün nimetlerinin çeşitlerini hissedip şükretmek ve ibadet etmek; İlâhî isimlerin kâinattaki bütün tecellilerini bu cihazlar vasıtasıyla tanıyıp bilmek ve iman getirmek olduğunu ifade eder. Ancak o zaman insan, yaratılış maksadına uygun olarak tekâmül bulur ve âhsen-i takvime layık bir hale gelir.
İnsan fıtratına yerleştirilen akıl ve kalp kadar değerli olan lisan kabiliyeti de işte bu maksada uygun olarak kullanılmalı ve İlâhî isimlerin gizli definelerinin şifreleri akıl ile çözülüp lisan ile açıklanmalıdır. İnsanoğlu, zaaf içindeki aczini, ihtiyaç içindeki fakrını Yüce Yaratıcısına ilân etmekten ibaret olan ibadeti çeşitli tarzlardaki beden diliyle ve sözlü lisanla ifade etmelidir. Kâinat ve insan üzerinde tecelli eden İlâhî Rahmet, Cemal ve Kemalin yansımaları olan ihsan, ikram, şefkat, sevgi, güzellik eserlerini akıl ve kalp gözüyle müşahede edip lisanıyla Allah’ın (cc) dergâhında minnet, şükür, hamd, takdir, tahsin ve tesbihle dile getirmelidir. Yine insanoğlu diğer canlıların faaliyet ve hareketleriyle Rablerine kendilerine has dillerle ettikleri tesbihleri, zikirleri ve ibadetleri tefekkürle görüp, kendi lisanıyla onlar adına İlâhî dergâha arz etmelidir (Sözler, 11. Söz).
Evet “insan Cenâb-ı Hâkk’ın antika bir san'atı, nazik ve nazenin bir bir mu’cize-i kudreti” olduğu için Allah’ın bütün isimlerinin cilvelerine ve nakışlarına sahip bir biçimde ve kâinatın küçük bir numunesi şeklinde yaratılmıştır. İşte insana düşen en önemli vazife ise iman şuuruyla üstündeki san'at ve nakışları okuması ve San'atkârının san'atı ve mahlûku olduğuna, rahmet ve keremine mazhar olduğuna bütün kalbiyle inanması ve bunu ihlâslı bir lisanla dile getirmesidir. Ancak o zaman bu ehemmiyetsiz insan bütün mahlûkat üstünde İlâhî bir muhatap ve Cennet’e lâyık Rabbanî bir misafir olur (Sözler, 23. Söz).
Görülüyor ki sadece insanlar arasında değil, aynı zamanda insan ve kâinat, insan ve Rabbi (cc) arasında bir anlaşma ve iletişim aracı olan lisan, yerinde ve istikametle kullanıldığında insanı en yüce mertebelere çıkarmaya yarayan ve yaratılış maksadına ulaştıran bir vasıta, İlâhî bir ihsan ve mu'cizevî bir nimet olur.
Dipnot:
1- http://www.diyanet.gov.tr/turkish/dy/ DiniBilgilerDetay.aspx?ID=196