Güney Almanya’da düzenlenen bir okuma programına ev sahipliği yapan otel sahibi İsevi, kılınan yatsı namazına iştirak etti ve okunan Almanca Risale-i Nur'u dinledi.
Sizinki hangi Kitap?
Aralık ayı başında Güney Almanya’daki hizmet erlerinin okuma programına iştirak ettik. İyi ki etmişiz. Mutlu döndük. Huzurlu döndük.
Yediklerimizi değil, ama görüp hissettiklerimizi yazalım ki bereketlensin.
Öncelikle organizasyonu yapan Yeni Asya okuyucularını ve iştirak eden bütün dostları tebrik ediyoruz. Şanslılar. Hazreti İsa’nın memleketinde, ittihad etmiş bir ekip ruhu içinde müsbet iman hizmeti yapıyorlar. Türkiye’deki gıllügıştan uzak kalmayı da başarıyorlar. Zira vazifelerinin farkındalar. Alman disiplini ile hizmette kendi işlerine bakıyorlar.
Almanya’nın eskilerinden, sevap cihetinde yaşayan ve kıyamete kadar da inşallah yaşayacak olan merhum Mehmet Köse Ağabey’in eşinin ve evlâtlarının eşsiz komşuluğunda hizmet eden değerli bir Nur dersanesi olan Augsburg şehrindeki “Alman Evi”nden çevrilmiş medrese, hem ders okumak için ve hem de yakındaki Müslüman cemaatin Cuma namazı ve vakit namazlarını kılmaları için uygun bir mekân.
Cuma namazı sonrası şehrin kabristanında Müslüman mezarlığı bölgesinde medfun saffıevvellere ve Mehmet Ağabey’e duâ etmek için, hocamız Kasım Ferşadoğlu’nun manevî rehberliğinde yola çıktığımızda duygularımız yoğundu. Dönüş yolunda bu yoğunluk daha da artmıştı. Zira bir yandan Müslüman mezarlarının üzerinde gördüğümüz ve aslında görmeyi ummadığımız melek ikonları ve mum gibi bidatler bizi üzmüştü. Öte yandan dedelerinin kabrine ve dolayısıyla manevî mirasına sahip çıkan genç torunlar görmek hepimizi memnun ederek hüzünlendirmişti.

Otel bize misafir oldu
Sonrasında yatılı okuma programının yapılacağı Zusamzell kasabasına geçtik. Tamamen ekibimize tahsis edilmiş olan şirin otelimize (schullandheim) yerleştik. Okuma programının düzenli yürümesi için bütün tedbirler alınmış, program akışı ve muhtevası her tarafa asılmış idi.
Augsburg ve çevresi Nur Talebeleri bu otelde 13 seneden bu yana düzenli olarak programlar yapıyorlarmış. Mülkü belediyeye ait olan otelin işletmecisi dindar bir evanjelist olan Albin Proschinger ve muhterem eşi Supavaolee Proschinger bizim orada olmamızdan fevkalâde memnun bir halde idiler. Oysa çok değil on iki sene önceki ilk teklife kendisi pek de sıcak bakmamış, ama Belediye bizimkileri yine bu otele yönlendirince güzel bir başlangıç olmuş. Oteli her seferinde bize uygun hale getiriyor. Mutfak alış verişini bizim arkadaşların talebi ve yönlendirmesi ile Türk marketlerinden yapıyor.
Güzel şeyler okundu
Okumalarda ve müzakerelerde bilhassa Avrupa’da Müslümanların İslâma hizmet etmelerinin usûlleri üzerinde duruldu. Risale-i Nur’da yer alan bu konudaki bölümlerin yerinde ve mekânında müzakere edilmesi herkes için tam manasıyla “on akılla düşünmek” idi.
İsviçre’den gelen Nur Talebelerinin müzakere aralarında ikram ettiği hususî damgalı çikolatalar ders baklavası olarak yerine ve manasına uygun idi. Ama dostlar bir tepsi gerçek ev yapımı ders baklavasını da ihmal etmemişlerdi. Ellerine sağlık.
Dört sene önce Risale-i Nur Enstitüsü’nün Köln’de düzenlediği Risale-i Nur Kongresi’nde bir konuşma da yapmış olan Prof. Dr. İbrahim Özdemir seyahatin bir yerinde şu soruyu sormuştu: “İnanmadığımızdan değil, ama Bediüzzaman Hazretleri’nin bahsini ettiği bahtiyar Almanları neden göremiyoruz?”

Bahtiyar Alman milletinin fertleri
İşte biz bu programda o bahtiyarlardan birini yakından tanımış olduk. Demek onları görmek için köylere gitmek lâzımmış. Şöyle:
Ev sahibimiz Albin, on iki sene önceki ilk programda cemaatle kılınan namaza iştirak etmiş ve “doğru İslâmiyet”e olan ilgisini göstermiş.
Bir programdan sonra merhum Mehmet Köse Ağabey bir Kur’ân’ını otelde unutmuş. Albin ise o Mushaf-ı Şerifi saklamış ve bir sene sonra tekrar gittiklerinde hatırlatıp ağabeylere teslim etmiş.
İki üç sene önceki bir programda ise yazarlarımızdan Mikail Yaprak kendisine Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir küçük kitap hediye etmiş. Başka bir senede de Ali Vapur Ağabeyin duâsını almış.
Bu seferki programda ise bir adım daha atıldı. Albin, ilgi yanında niyet de ifade eden bir yakınlık ve sıcaklıkla namazımıza iştirak etmek istedi. Bir yatsı namazını, farzıyla ve sünnetiyle bize uyarak tam bir ciddiyetle kıldı. Duâ olarak da kardeşlerin tavsiyesiyle kendi dilinde Allah’ı zikretmek ve O’na teşekkür etmek manasına gelen şeyler okudu. Tesbih çekti. Daha da önemlisi, Dokuzuncu Sözden Almanca olarak okunan namaz dersini dikkatle ve huşu ile dinledi.
Zor soru…
Bir sohbet sırasında Albin İslâmiyet ve bilhassa namaz hakkındaki çeşitli sorularını sorduktan sonra biraz da sıkılarak şunu sordu: “Sizin okuduğunuz kutsal kitap (Kur’ân) ile DAEŞ’in okuduğu kitap aynı mı?”
Ona böyle düşündüren şeylerden birincisi kendi dininde çeşitli İncil versiyonlarının bulunması. Ama asıl sebep başka. Kendisine misafir olarak okuma programı yapan bizim gibi Müslümanlar ile “biz de Müslümanız” diyen DAEŞ’çilerin, İslâmı bu kadar farklı yaşamasını izah edememek. Yani aslında bir anlamda, “Albin bizim DAEŞ’çilerin okuduğundan başka bir kutsal kitabı okuyor olmamıza muhtaç” dense yeridir.
Aslında bu basit, ama temel soru Avrupalı Müslümanların ana problemini de net biçimde gösteriyor. Müslüman olmayı “düşünen” çok sayıda Avrupalı “ama hangi İslâm” yanlış sorusunu kalbinin ve zihninin en derin yerinde taşıyor. Yanlış, çünkü İslâm tek ve barış dini. Ama bunu anlatmak o kadar zor ki!
İşte o yüzden hem İslâm dünyasındaki Müslümanlara ve hem de Batıda Hıristiyanlarla bir arada yaşayan Müslümanlara, doğru İslâm’ı anlatmak ve bilhassa yaşayarak anlatmak hususunda büyük görev düşüyor. Bunun yolu ise samimiyet ve dostluktan geçiyor.
Vazifeniz büyüktür. Gayretinizi tebrik ediyoruz.

Namazdan sonra, programa katılanlardan biri kısa bir konuşmayla duygularını paylaştı ve Albin’e dedi ki:
“Allaha şükür. Ömrüm boyunca bilhassa iki namazımın çok kıymetli olduğunu hissettim. Biri Kâbe-i Şerifte kıldığım namazlar, ikincisi de burada Albin ile birlikte kıldığım namaz. Sanki Hazret-i İsa’nın manevî şahsiyeti cemaatimize dahil olmuş gibi hissettim ve fevkalâde mütehassis oldum. Mahzuru yoksa sana sarılmak istiyorum.”
Albin bu dâveti memnuniyetle kabul etti ve umumumuz adına sarılıp kucaklaştılar.
Ardından çiğköfte faslına geçildi ve ev sahibimiz ve bilhassa Vietnamlı eşi de çiğköfteyi severek yediler.
Teberrüken o dersin orijinalini ve Almanca tercümesini buraya alıyoruz.
BİRİNCİ NÜKTE:
Namazın manası, Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ve ta’zim ve şükürdür.
Yani, celâline karşı kavlen ve fiilen “Sübhanallah” deyip takdis etmek.
Hem kemaline karşı, lâfzan ve amelen “Allahu Ekber” deyip ta’zim etmek.
Hem cemaline karşı, kalben ve lisanen ve bedenen “Elhamdülillah” deyip şükretmektir.
Demek tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler.
Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında bu üç şey, her tarafında bulunuyorlar.
Hem ondandır ki, namazdan sonra, namazın manasını te’kid ve takviye için şu kelimat-ı mübareke, otuzüç defa tekrar edilir.
Namazın manası, şu mücmel hülâsalarla te’kid edilir.
İKİNCİ NÜKTE:
İbadetin manası şudur ki: Dergâh-ı İlâhîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemal-i rububiyetin ve kudret-i Samedaniyenin ve rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.
Yani rububiyetin saltanatı, nasılki ubudiyeti ve itaati ister; rububiyetin kudsiyeti, paklığı dahi ister ki: Abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbini bütün nekaisten pâk ve müberra ve ehl-i dalâletin efkâr-ı bâtılasından münezzeh ve muallâ ve kâinatın bütün kusuratından mukaddes ve muarra olduğunu; tesbih ile Sübhanallah ile ilân etsin.
Hem de rububiyetin kemal-i kudreti dahi ister ki: Abd, kendi za’fını ve mahlûkatın aczini görmekle kudret-i Samedaniyenin azamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret içinde Allahu Ekber deyip huzû ile rükûa gidip O’na iltica ve tevekkül etsin.
Hem rububiyetin nihayetsiz hazine-i rahmeti de ister ki: Abd, kendi ihtiyacını ve bütün mahlûkatın fakr u ihtiyacatını sual ve duâ lisanıyla izhar ve Rabbinin ihsan ve in’amatını, şükür ve sena ile ve Elhamdülillah ile ilân etsin.
Demek, namazın ef’al ve akvali, bu manaları tazammun ediyor ve bunlar için taraf-ı İlâhîden vaz’edilmişler.
Erste Anmerkung:
Die Bedeutung des Gebetes liegt im Lobpreis (tesbih), der Verehrung (ta’zim) und der Dankbarkeit (shukr) gegenüber Gott dem Gerechten.
Das heißt, wir erklären vor der Majestät (Djelal) Seine Reinheit und Heiligkeit, indem wir uns im Gebet vor Ihm beugen und niederwerfen und damit zum Ausdruck bringen und sagen: “Subhanallah” (Gepriesen sei Allah!)...
Wir erklären vor der Vollkommenheit (Kemal) Seine Herrlichkeit und Ehre, indem wir mit unserem Gebet zum Ausdruck bringen und dabei sprechen: “Allahu Ekber” (Allah ist groß!)...
Wir erstatten vor der Schönheit (Djemal) unsere Dankbarkeit, indem wir äußerlich (in der Sprache unseres Körpers) und innerlich (mit dem Munde unseres Herzens) zum Ausdruck bringen: “Elhamdulillah” (Dank sei Gott!).
Das heißt also, dass Lobpreis, Verehrung und Dankbarkeit den Kern des Gebetes (namaz) darstellen.
Das ist der Grund dafür, dass diese drei Dinge immer wieder in den Bewegungen und Anrufungen des Gebetes vorkommen. Und das ist auch der Grund dafür, dass wir diese gesegneten Worte nach dem Gebet noch dreiunddreißigmal wiederholen, um den Sinn des Gebetes noch besonders hervorzuheben und seinen Wert zu erhöhen.
Der Sinn und Wert des Gebetes wird durch diese kurzen Kernsätze vertieft...
Zweite Anmerkung:
Die Bedeutung des Dienstes und der Anbetung (ibadet) liegt darin, dass ein Diener in seiner Verehrung an der Schwelle (des Hauses) Gottes seine eigenen Fehler und Schwächen, und seine Armseligkeit erkennt und sich in Bewunderung vor der Vollkommenheit (göttlicher) Herrschaft und der Macht des Einzigartigen (Samed) und Seiner göttlichen Barmherzigkeit liebend vor Ihm niederwirft (sedjde).
Das heißt, so wie die Autorität der Herrschaft Gottes Dienst und Gehorsam erfordert, so erfordert auch die Heiligkeit und Reinheit Seiner Herrschaft, dass ein Diener in seiner Verehrung seine Fehler erkennt und sie bereut, und bekennt, dass sein Herr unbefleckt und rein von jeglichem Makel ist und frei und hocherhaben über die Nichtigkeit aller Vorstellung der Leute des Irrweges und rein und heilig über alle Mangelhaftigkeit der Welt, indem er Ihn lobpreisend und verehrend (tesbih) “Subhanallah”, (Gepriesen sei Gott) sagt.
Und weiter noch erfordert die Vollkommenheit (Kemal) der Macht Seiner Herrschaft auch, dass ein Diener in seiner Verehrung seine eigene Schwäche und die Unzulänglichkeit alles Geschaffenen erkennt, und dabei vor der gewaltigen Größe der Werke und Taten, welche die Macht des Einzigartigen (Samed) vollbringt, in Begeisterung und Bewunderung “Allahu Ekber” (Allah ist groß über alles) sagt, sich in Demut vor Ihm neigt und vertrauensvoll bei Ihm seine Zuflucht sucht.
Und überdies erfordert der unendliche Schatz der Erbarmungen Seiner Herrschaft, dass ein Diener in seiner Verehrung seine eigene Bedürftigkeit und die Armseligkeit und Bedürftigkeit alles Geschaffenen mit Ausdrücken der Bitte und des Gebetes (dua) darlegt und die Gnade (nimet) und Güte seines Herrn mit Lobpreis und Dank.
Haber: Nuri ÇAKIR