"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Sebeplerin tesiri var mı?

Hüseyin Şahinoğlu
03 Kasım 2019, Pazar 00:08
Evliliğinin ilk yıllarından itibaren bebek özlemi çeken, bu özlemini ancak üç yıl sonra gideren genç anne, “kırkı çıkan” bebeğini kucağına alırken, her defasında “besmele” çekiyor, kimi zaman içinden, kimi zaman etrafındakiler duyacak şekilde, “Allah’ım bunu sen verdin, şükürler olsun”, diyordu.

Geçen sabah kayın validesi gelininden aynı cümleyi duyunca, “kızım senin inançlı olmandan ve bebeği kucağına alırken besmele okumandan ve Allah’a şükretmenden ben de çok memnun oluyorum, fakat sen bunu sürekli ve vurgulu yapıyorsun” dediğinde şöyle cevap vermişti:

“Anne, biliyorsun ki çok istediğimiz halde kaç sene çocuğumuz olmadı. Hamile kaldıktan sonra ceninin anne karnında hafta hafta gelişimiyle ilgili bilgilere baktım. Hamileliğimi bu bilgiler ışığında ibretle geçirdim. Dokuzuncu ayın ilk haftasında doğum gerçekleşerek yavruma kavuştum. Nasıl sevinmeyeyim ve Rabbime şükretmeyeyim? 

Bu çocuk benden, ama benim eserim değil. O verdi. Bunun için de yavrumu O’nun adıyla kucaklıyor, O’na şükrediyorum…”

Gerçekten, genç anne hamile olduğunu öğrendikten sonra yoğun bir araştırma içine girmiş, ceninin anne karnında teşekkülü ve gelişimiyle ilgili çok ayrıntılı bilgilere ulaşmıştı. Küçük bir embriyo iken sevimli bir bebeğe dönüşen bir miniğin dokuz aylık macerasını hafta hafta öğrenmişti. İlk dört gün bir tuz tanesinden daha küçük olan döllenmiş yumurta, beşinci ve altıncı günden itibaren iki katı kadar büyüyerek rahim içine yerleşiyor. Her gün, her hafta ve her ay harika bir surette ve annenin hiçbir müdahalesi olmadan dokuları, organları birer birer oluşmaya ve gelişmeye başlıyor. Nihayet mükemmel bir organizma olarak dünyaya geliyor…

Bir zigotun bir bebek olarak dünyaya gelişine kadar olan süreci yazılı ve görsel materyal eşliğinde ayrıntılı olarak öğrenen genç anne, kendi bedeninde olan, ama kendi irade ve gücünün dışında cereyan eden, fakat fevkalâde olduğu aşikâr olan bu olaylar dizisinin sonunda “nur topu gibi bir bebeğe” sahip olup onu kucağına aldığında, bütün duyguları ile, “bu bebek benim anatomik varlığımda vücut buldu, ama benim eserim değil, benim anatomik varlığımı da bu bebeği de Yaratan O’dur, O olmalıdır, diyordu, çok haklı olarak.

Genç anne bu tesbiti ile hiçbir fikri, felsefi şartlanmışlığa girmeden insaniyetinin gereği olan hükmü dile getiriyor, mükemmel bir eser olarak kucağına aldığı “sonuç”u görüyor, kendisinin bu sonucun “vasıtası” olduğunu, gerçek sebebin Rab Teâlâ olduğunu teslim ediyordu.

Gerçekten biz âleme baktığımızda, her şeyin bir sebep-sonuç ilişkisi üzerinden gerçekleştiğini görüyoruz. Eğer “bu sonuç, bu sebebin ürünü olabilir mi?”, diye sorgulama yapmaksızın hüküm verirsek sonucun, görünüşteki sebebin eseri olduğunu zanneder, böylece insaniyetimize ters düşen, Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle “şirki işmam eden” bir sebebperest, bir determinist olabiliriz.

Evet, sütü inekten alıyoruz. Balı arı yapıyor, diye görüyoruz. Üzümü asmadan, inciri ağaçtan, karpuzu ottan koparıyoruz. Yağmur buluttan geliyor, ışığı güneş veriyor, kereviz toprak altına yemişleniyor, kuzuyu koyun doğuruyor, bebek annenin eseri olarak vücut buluyor, diye algılıyoruz.   Burada insanî olarak şu soruyu sırmamız gerekiyor: Gerçekten süt, bal, üzüm, yağmur, kuzu, bebek… gibi sonuçlar; inek, arı, asma, bulut, koyun ve annenin eseri olabilir mi? Bu soruya “evet” deme imkânımız yok. Çünkü burada “sebep” gibi görünen varlıkların bu sonuca yol açacak, bu ürünleri hasıl edecek akıl, şuur, irade, bilgiye… sahip olmadığını çok aşikâr şekilde gözlemliyoruz, anlıyoruz. Meselâ, bu sebepler içinde en akıllı ve en yetenekli görünen “insan” olduğu halde, bir anne çocuğun “sebebi” değilse, diğer varlıklar nasıl bu harika sonuçların gerçek sebebi olabilir?

O halde bu fizik âlemde bir yaratılış düzeni ile karşı karşıya olduğumuzu fark etmemiz gerekiyor. Sebepler var, onların yanında sonuçlar var. Ama sonuçların bu sebeplerin gerçek anlamda ürünü olması ihtimali hiçbir şekilde söz konusu değil. Öyleyse “sebeplerin tesiri yok”. Gerçek sebep yani müsebbib gözlemlediğimiz düzen çerçevesinde yaratılışı gerçekleştiren mutlak irade, kudret ve rahmet sahibi olan Yaratıcı’dan başkası değildir!

Üstad Bediüzzaman Said Nursî bu gerçeğe şöyle işaret eder: “Sebep gayet âdi, âciz ve ona isnad edilen müsebbeb (netice) ise, gayet san’atlı ve kıymetli olduğundan, sebebi azl eder. Hem müsebbebin gayesi, faydası dahi cahil ve câmid olan esbâbı (sebepleri) ortadan atar, bir Sâni-i Hakîmin eline teslim eder. Hem, müsebbebin yüzündeki tezyinât ve maharetler, kendi kudretini zîşuurlara bildirmek isteyen ve kendini sevdirmek arzu eden bir Sâni-i Hakîme işaret eder.”

Diğer taraftan bütün var oluş, yaratılış, olay ve eserlerin Yaratıcı’ya ait olması demek bu sebeplerin yok sayılması yahut inkâr edilmesi anlamına gelmiyor. Evet bu sebepler var, ancak bunların o neticenin vuku bulmasına herhangi bir tesiri, her hangi bir faaliyeti yok, olamaz.

Sebeplerin tesiri olmadığını yakından fark etmenin bir yolu da “kendi yeme-içme” gibi fiillerimizdir. Lokmayı ağzımıza koymak ya da bardağı ağzımıza götürmek gibi çok küçük faaliyetlerden başka yediklerimiz ve içtiklerimizin sindirilmesi, kana karışması, enerjiye dönüşmesi ve atıkların ayıklanması gibi onlarca süreçte hemen hemen hiçbir dahlimiz olmuyor, olamıyor. Ama bu süreçler mükemmel şekilde işliyor ve hayatımız devam ediyor. Demek bize hayatı veren –sebeplerin tesiri olmaksızın- hayatımızı devam ettiriyor. 

Tıpkı Üstad Bedüzzaman Said Nursî’nin şu ifadelerle dikkat çektiği gibi:

“Esbâb içerisinde en eşref, en kuvvetli bir ihtiyar sahibi insan iken, ef’âl-i ihtiyariye namıyla kendisine mal zannettiği ef’âlin ekl, şürb gibi en âdi bir fiilin husûlünde, yüz cüz’ünden ancak bir cüz’ü insana aittir.”

Bu âlemi sebep-sonuç ilişkisi içinde yaratan, ancak gerçek sebebin Kendisi olduğu gün gibi aşikâr olan Rabbimize, varlıklar sayısınca hamdler ve tesbihler olsun, diyoruz.

Okunma Sayısı: 2623
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı