Suriye’deki iç savaş fitnesiyle yerlerinden, yurtlarından, evlerinden edilen sığınmacıların ülke olarak hissemize düşen sayısı resmî rakamlara göre 3.5 milyonun üzerinde.
Bu çaresiz insanlara kucak açmak hem insanî, hem vicdanî bir vecibeydi. Öyle de yaptık. Misafirperverliğimizi gösterip bağrımıza bastık. İbate ve iaşelerine yardımcı olduk.
İçlerinde hali vakti yerinde olanlar İstanbul başta olmak üzere birçok vilayetimizde iş kurup iyice yerleştiler. O kadar ki, Fatih’teki bazı semtler Arap mahalleleri haline geldi.
Arap dükkânları açıldı, Arap çarşıları kuruldu, Arap cadde ve sokakları ortaya çıktı...
Ama sığınmacıların bu imkânlardan mahrum büyük çoğunluğu ciddi sıkıntılar içinde kıvranarak hayatını devam ettiriyor. “Ucuz işçi” olarak istismar edilenler, dilenenler...
Gelenler içinde belki sayıları az da olsa terör örgütü ve suç çetesi üyeleri bile var...
Bu karışık tabloda ırkçı ve yabancı düşmanı saiklerle işi “sığınmacı karşıtlığı”na çeviren siyasetçiler ortaya çıktı. Ayasofya-Sultanahmet meydanından çekilmiş görüntülerdeki Arap yoğunluğunu, “Burası Türkiye mi?” sualiyle provokasyon konusu yapanlar oldu.
Evvelce de sığınmacılara yönelik saldırı, cinayet, hattâ tecavüz hadiseleri oldu; ama bunlar münferit ve mevziî düzeyde kaldı.
Çünkü toplumun geneli bunları tasvip etmedi, tam tersine şiddetli tepki gösterdi.
Ama gelinen noktada ekonomik kriz had safhaya ulaşıp kendi vatandaşlarımızı iyice bunaltmaya başlayınca, sığınmacılar meselesi farklı bir rahatsızlık konusu olmaya başladı. Ve o cihetten, “sessiz istila” söylemleriyle birlikte yeni bir tahrik dalgası tetikleniyor.
İşin bu noktaya gelmesinde, 11 yıl önce Esad’ı devirme hevesiyle iç savaşın tırmandırılmasında olduğu gibi, yine öngörüsüz ve plansız iktidar politikalarının büyük rolü var.
Evvelce muhalefeti Suriye’de barışı sağlayıp sığınmacıları huzur ve güven içinde evlerine göndermekten söz ettiği için yerden yere vuran iktidar, şimdi kendisi 1 milyon kişiyi geri göndereceğini söylemeye başladı.
Gösterdiği adresler, askerî harekâtlarla mevzilenip şimdilik kontrol altında tutuyor gibi göründüğümüz yerler. Yıllardır lafı edilip de bir türlü hayata geçmeyen “güvenli” bölge.
Ne kadar gerçekçi ve kalıcı olabilir ki?