Genelkurmay eski Başkanlarından biri geçtiğimiz yıllarda Güneydoğu’da çıktığı bir bayram gezisinde, “Halk terör ve siyaset ağalarından muztarip; onlardan kurtulmak gerekiyor” demişti.
Bu mesajı kendi üzerlerine alan siyaset ve aşiret kesimleri tepki gösterdiler. Devletin “teröre karşı” senelerdir destekleyip işbirliği yaptığı aşiret ve ağalar hatırlatıldı. “Üniformalı ağalar”a dikkat çekenler oldu.
Ancak bu tepki ve eleştirilerde, meselenin esasına giren pek olmadı.
Bilindiği gibi, bölgenin sosyal, kültürel ve ekonomik geri kalmışlığında, “feodal düzen” olarak da ifade edilen aşiret ve ağalık sisteminin rolüne öteden beri dikkat çekilir; ama bu yapının, sosyal dokuda yeni sıkıntılara meydan vermeden ne şekilde aşılabileceği konusu muallâkta bırakılır.
Bölge insanının, yaratılıştan gelip tarihin akışı içinde şekillenen özelliklerini dikkate almadan önerilen “devrimci” reçeteler hem sonuç getirmez, hem de yeni problemlere sebebiyet verir.
Nitekim ya baskı ve dayatma veya çıkar odaklı gayri samimî pazarlık yöntemleriyle uygulamaya konulan formüller, ağalık düzeninin olsa olsa farklı aktörlerle, ama daha da kronik halde derinleşerek devamından başka bir netice vermedi.
Hak değil, kuvvet esasına dayanan ve gücü elinde bulunduranın hükmünün geçtiği bir yapılanmada başka türlü bir sonuç da beklenemezdi.
Bu konuda sağlıklı ve kalıcı çözüm ihtiva eden isabetli yaklaşımı yine Said Nursî’de görüyoruz.
Çünkü Bediüzzaman bu meseleyi de işin özünü yakalayan bir perspektifle, kavram düzeyinde çok iyi tahlil ederek çözümü ortaya koyuyor.
Kişileri hedef almıyor, prensipleri vaz ediyor.
Münazarat’ta bu bahsi işlediği izahında, muhataplarına, “Manen her bir zamanın bir hükmü ve hükümranı vardır. Sizin ıstılahınızca, o zamanın makinesini çeviren bir ağa lâzımdır” dedikten sonra, bu kavramın içeriğinin demokratik süreçle birlikte uğradığı değişimi açıklıyor ki, ona da yarın bakalım.