Otuz senedir Meşrûtiyeti askıda tutarak her türlü fikrî-siyasî hürriyeti kısıtlamış olan Sultan Abdülhamid ve yönetimine karşı baş kaldıran Kolağası Niyazi Bey, “Hürriyet ve Meşrûtiyet uğruna” 400 kadar askeriyle birlikte Manastır’da dağa çıktı: 6 Temmuz 1908.
Maksadı, Meşrûtiyeti yeniden işler hale getirmeyi, Kanun-i Esasiyi tekrar yürürlüğe koymayı ve Meclis’i esaslı bir şekilde çalışır vaziyete sokmayı sağlamaktı.
Eş-zamanlı olarak, Enver Bey de Selânik’te aynı tavrı sergileyerek Padişah’ın fermânını beklemeye koyuldular.
Bu kahramanları dağa çıkmaya ve Sultan Abdülhamid’e direnmeye mecbur eden rejimin sadece Meşrûtiyete göstermelik bir işleyip kazandırmasına elbette ki razı olunmayacaktı. Beraberinde ve hatta daha öncelikli olarak bu kez hürriyetin de kâmil mânada fikir ve siyaset hayatında hakim olması sağlanacaktı. Nitekim, günlerce, haftalarca devam eden direniş neticesinde, 23 Temmuz 1908’de (Rumî 10 Temmuz 1924) önce Manastır’da Hürriyet ilân edildi, bir gün sonra da Sultan Abdülhamid bir fermân ile II. kez Meşrutiyeti ilân etmiş oldu.
*
Bu gelişmelerden sonra, halkın gözünde “Hürriyet kahramanları” olarak parlayan Enver ve Niyazi Beyler, İstanbul’a, hükûmet merkezine gelip Padişaha itaat etmeye ve uyum içinde birlikte çalışmaya devam ettiler.
O gün bugündür, bazı Abdülhamid meddahları, ismi geçen kahramanlara bugzedip duruyor. Onlara eşkiya, hatta terörist damgası vurmaktan çekinmiyor. Oysa, onlar öyle menfi şahsiyetler değillerdi. Üstelik haklıydılar. Maksatları kargaşa çıkarmak değildi. Sultan Abdülhamid’in, Meclis, Anayasa ve Meşrutiyete dair tâ başta vermiş olduğu sözlerin yerine getirilmesini istiyorlardı.
Kaldı ki, o günlerde bastırılan kartpostallarda, her iki hürriyet kahramanı ile padişahın resimleri birlikte basılıyordu. Padişahla aralarının bozulması daha sonralarıdır. İttihatçıları bozuk komitacı kısmı, Hürriyet ve Meşrutiyete dair elde edilen muzafferiyetin sürmesini istemediler. Ortalığı bulandırmak istediler. Akli muhakemesi kıt olan bazı dindar kimseler de bu menhus plâna âlet olarak 31 Mart Vakasına (13 Nisan 1909) sebebiyet verdiler.
Netice itibariyle, işlerin kötüye giderek sarpa sarmasının sebebi ne Enver ve Niyazi Beydir, ne de hürriyet ve meşrutiyetin ilân edilmesidir. Tam aksine, bu mecrada sağlanan iyiliklerin-güzelliklerin yeşerip boy vermesi istenmediği için, hainler ile gafillerin marifetiyle Meşrutiyet tekrar lekedâr edilmiş oldu.
Dahası, Niyazi Beyi çekemeyen İttihatçıların bozuk ve komitacı kısmı, o kahraman şahsiyeti kendi korumasına öldürterek, ihanetin en çirkin sûretine imza atmış oldular. “Sadık ahmaklar” da, bu yaraya adeta tuz-biber ekercesine şu teraneyi tutturdular: “Ne şehit oldu, ne gazi; pisi pisine gitti Niyazi.”
*
Hürriyet ve meşrûtiyetin parlak bir yıldızı olan Kolağası Niyazi Beyin göstermiş olduğu harikulâde cesaret, fedakârlık ve kahramanlıklarına dair bilhassa Üstad Bediüzzaman’ın takdir ve senâkârane ifadelerini nazara vermek istiyoruz.
Bediüzzaman Said Nursî, 1908’de neşredilen Nutuk isimli eserinin 5. Mektubunda “Ey zamanın Rüstem-i Zâli!” diyerek hitap ettiği Niyazi Bey hakkında, ayrıca şu ifadeleri kullanıyor: “…Selânik’e geldim. Senin hakiki sûretini mecazî misalin ile görüştürmek için... Sizin te’sis ettiğiniz bünyân-ı saadeti (Hürriyet ve Meşrutiyeti) tahkim etmek için, bir teşekkür-i fiilî olarak Kürdistan’a gitmek niyetindeyim.”
İşte, Üstad Bediüzzaman’ın 1910 yılı sonlarında telif etmiş olduğu Münâzarât isimli eserin, burada ifade edilen o güzel niyet ve teşebbüsün bir neticesi olarak vücuda geldiği söylenebilir.