İnsan değişiyor, iklim değişiyor, mevsim değişiyor, dünya değişiyor… Değişim, kâinat çapında oluyor. Atomdan galaksilere kadar, daimî bir değişim ve başkalaşım var, kesintisiz bir hareket ve faaliyet hâli mevcut.
Demek ki, hiçbir yerde durgunluk yok; tersine, her yerde bir hareket ve tahavvülât var. Âmiyâne tâbirle söylemek gerekirse, “Değişmeyen tek şey değişim.”
*
Dünya üzerinde o derece bir değişim ve başkalaşma olmuş ki, insan tahkik ederken hayretler içinde kalıyor.
Meselâ: Öyle yüksek ve dağlık bölgeler var ki, oralar bir zamanlar deniz idi. Öyle ki, bazen bin rakımı geçen yüksek tepelerde deniz kumuna rastlayabiliyorsunuz.
Kezâ, öyle derin denizler var ki, oralar da bir zamanlar dağlık-tepelik yerler imiş. Denizin derinliklerinde adeta yere gark olmuş gibi görünen şehirler, saraylar keşfediliyor.
İhtiyar dünyanın geçirmiş olduğu jeolojik devirlerde insanı hayretten dehşete düşüren değişmeler-başkalaşmalar vücuda gelmiş.
Esasen, denizlerin dip ve yüzey akınları-dalgaları olduğu gibi, yerin de kendine göre ağır işleyen hareket ve dalgaları söz konusu. Depremlerin en önemli bir sebebi de, hareket halindeki zemin tabakaları içinde bulunan dinamik fayların zamanla çökmesi, kırılması, yarılmasıdır…
*
Nebatat, hayvanat ve camidatın değişip başkalaşması, “adetullah” tâbir edilen fıtrî kanunlara bağlanmış.
Değişmeye mahkûm olan insanın manevî olarak değişme ve başkalaşma hâli ise, nisbeten serbest, yani kulun cüz’î iradesine bağlanmış. İnsan, her hâl ve hareketinden mesûl olduğu o cüz’î iradesi ile hayra doğru kendini geliştirebildiği gibi, şerre doğru değişmesi ve başkalaşması da mümkün.
Cenâb-ı Hak, kulunun önüne iki yol koymuş, iradesiyle iki tercihte de bulunma şansını-imkânını tanımıştır. Yani, Rabbimiz, hem Cennete götüren, hem de Cehenneme yuvarlandıran tercihli yolları tarif edip göstermiştir. Ve nihayet diyor ki: Ey kulum! Sen kendi irade ve ihtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda Ben götürürüm. Öyle ise, mesuliyet sana ait.
İşte, bu sırra binaen, tercih hakkını kullanırken son derece teenni, dikkat ve hassasiyet gerekiyor. Aksi halde, “hidâyet” yerine “dalâlet” yoluna sapma ihtimali her zaman için vardır.
Buna göre, kaçınılmaz olan insanın değişmesi bazen hayra yönelik olduğu gibi, bazen de şerre meyyâl şeklinde olabiliyor. Bu noktada “Duânın tesirinin müsellem olduğu” hakikatini hiçbir zaman hatırdan çıkarmamalı.
*
Biz şu dünya hayatında ne kadar tedbir alırsak alalım, hayatın genel seyrinin düzgün bir hat üzerinde gitmediğini yine de bilmek durumundayız.
Buradaki hayatın inişleri-çıkışları, çukurları-tümsekleri, virajları ve uçurumları var.
Değişkenlik arz eden bu hatt–ı hayat, bazan genişleyip rahatlar, bazan da incelir, kısalır; hatta, bazen kesintiye, çöküntüye uğrayarak ölüme eşdeğer bir hâl alır.
Meselâ: Hasta kişi, zamanla iyileşip sapasağlam bir hâle gelir. Tersine, çok güçlü ve sağlıklı görünen kişi birden hastaların, yahut kaza geçirerek ölümün eşiğine yanaşır.
Aynı hâl, zenginlikte-fakirlikte de görünür. Zengi aile zamanla fakr û zarûte düşerken, fakir olup sefil hayat yaşayan bazı aile fertleri ise, bir de bakıyorsunuz ki, zamanla çok iyi bir hayat standardına yükselmişler.
Netice itibariyle, karşı konulmaz görünen hayatımızdaki ailevî, içtimaî ve bedenî değişkenlikler ne şekilde olursa olsun, ne ye’se-ümitsizliğe düşecek kadar karamsar olmalı, ne de havalara uçacak kadar kendinden geçmeli.
Özetle, her türlü değişime rağmen, yine de her daim ümitvar olmalı, hatta “şevk–i mutlak” içinde yaşamalı. Bunun dışında herhangi bir çıkış, bir ilerleme yolu-imkânı yoktur. Zira, şevkini kaybeden bir “yarı mevta”; ümidini kaybeden ise, âdeta yürüyen bir “meyyit” vaziyetine düşer. Onun içindir ki, “Lâ-taknatu min-rahmeti’l-lah” sözü, gaflet deryasına düşebilen beşer için bir can simidi hükmünü almıştır.