Demokrasi yolunda ilerlemek için yüz elli yıldır mücadele veren Türkiye’ye sağcılık da, solculuk da yakışmıyor.
Aslına bakarsanız, bu yapay ve ayrıştırıcı tabirler insanlarımızın üzerinde çok iğreti duruyor. Bilhassa, 12 Eylül İhtilâlinden sonra, tescilli sağcı veya solcu bilinen kimselerden fikren ve hatta siyaseten o kadar çok kişi cephe ve kulvar değiştirdi ki, bu tür etiketlerin hemen hiçbir geçerliliği kalmadı.
Hem, insanların bir yarısını sağcı, diğer bir yarısını solcu diye yaftalamak, ne kadar ayıp ve ne kadar haksızca bir ayrıştırma değil mi?
Bülent Ecevit, hayatının son etabında bütün gücünü kullanarak bu ayrışmayı zirveye taşımak istedi; ancak, o da bunda muvaffak olamadı: Kurucusu olduğu Demokratik Sol Parti (DSP), kendisi daha hayatta iken sıfırlanarak silinip gitti. Kaldı ki, “Sol” tâbiri Demokratlıkla uyum sağlayamadığı için, o parti zamanla “Milliyetçi Sol”a dümen kırmaya mecbur kaldı. (NOT: Sol gibi Sağ tâbiri de “Hürriyetçi Demokrat”lıkla bağdaşmıyor. Zorlamalı tevillerde bulunarak Demokratlığı aşağılara çekmeye, yahut asalak kabilinden ona birşeyler iliştirmeye hiç gerek yok.)
Evet, şu sağ-sol damgası ile yapılan siyasî-sosyal bloklaşmanın Türkiye’de bir değeri ve önemi kalmadığı gibi, bunları kullanmanın da bir tutarlılığı kalmadı artık. Hiç bir şekilde insanlarımızın üzerinde durmuyor, oturmuyor. Esasen, buna ihtiyaç da yok. O hâlde, gelin biz de bunları temelli silelim ki, bitsin ve gitsin dünyamızdan.
*
Garip olduğu kadar, aynı zamanda sevindirici ve memnuniyet verici bir durumu da burada yansıtmaya çalışalım.
İkisi de bu vatan ve milletini hayrına çalışan ve ikisi de itimada şâyan birer mütefekkir olarak bilinen Said Nursî ile Cemil Meriç, şu sağ-sol meselesine aynı açıdan bakıyor, aynı yanlışa dikkat çekiyor, aynı gerçeğe parmak basıyor ve benzer mahiyette çare-çıkış yolunu gösteriyorlar.
Şimdi, bu iki münevver insanın konuya dair sözlerini kendi eserlerinden iktibas edelim. Daha önce yazdığı için, ilk iktibası Bediüzzaman Said Nursî’den yapalım. Emirdağ Lâhikası (s. 301) isimli eserinde, konuya dair şu izahatta bulunuyor:
Küfür ile iman ortası yoktur. Bu memlekette İslâmiyete karşı komünist mücadelesi ortası olamaz. Sağ ve sol, ortası, üç meslek icap ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları var. “Sağ İslâmiyet, sol komünistlik, ortası da Nasraniyet” diyebilirler. Fakat bu vatanda, küfr-ü mutlaka karşı iman ve İslâmiyetten başka bir din, bir mezhep olamaz. Olsa, dini bırakıp komünistliğe girmektir. Çünkü hakikî bir Müslüman hiçbir zaman Yahudi ve Nasranî olamıyor. Olsa olsa dinsiz olup tam anarşist olur.
Sağ-sol tâbiri yerine, hak ve hakikat ve Kur’ân ve iman kuvvetine dayanıp bu vatanı küfr-ü mutlaktan, anarşilikten, zındıkadan ve onların dehşetli tahribatlarından kurtarmaya çalışmalarını rahmet-i İlâhiyeden bütün ruh u canımızla niyaz ve rica ediyoruz.
*
Son olarak, aynı konuya dair mütefekkir Cemil Meriç’in sözlerini nakledelim. Bu Ülke (s. 13) isimli eserindeki ifadeleri şöyle:
‘Sol’la sağ’ın yeni bir hüviyetle politikaya sıçrayışı, Fransız İhtilâliyle (1789) yaşıt. Napolyon orduları, ihtilâlin ideolojisini dünyanın dört bucağına taşır; ideolojisini, yani kelimelerini. Avrupa’nın son iki yüz yıllık tarihi, sol’un zaferleri, sağ’ın hezimetleri tarihidir.
Bize gelince…
Hudutlarımızdan salgın bir hastalık gibi girer sol. Sağ, daha nazlı, daha utangaç bir misafir. Sol, demokrasilerin zaferinden sonra yeni bir bekâret kazanır Avrupa’da; günahlarından arınır. Bizde de kasideler döşenir, nâzenine.
Avrupa, bütün cinayetlerini sağ’a yükler. Sağ, yakın tarihin ‘günahkâr teke’sidir; kilisedir, cehalettir, faşizmdir.
Batı’nın en ‘gerici’ partileri bu menfur vasıftan kurtarmaya çalışırken, bizde mukaddesatçıların bayrağı olur sağ; Türk’ün âlicenaplığı...
Filhakika, bu kirli ve karanlık kelimenin dünyada bizden başka şefaatçisi, bizden başka elinden tutanı kalmamıştır.
Sol-sağ: Çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit. Toplum yapımızla herhangi bir ilgisi olmayan iki yabancı. Hristiyan Avrupa’nın bu habis kelimelerinden bize ne?
Bu maskeli haydutları hafızalarımızdan kovmak ve kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak, her nâmuslu yazarın vicdan borcu.