Yaşadığı dönemin kimi insanlarına söz anlatamayan Said Nursî, zaman zaman onlarla diyaloğu kesip yüzünü istikbâlde gelecek nesillere çeviriyor, onlara hitap ediyor.
Bu noktadaki ifadeleri şöyledir: “Ey üçyüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sakitane Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temaşa eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yûsuflar, Ahmedler, vesaireler!.. Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, ‘Sadakte’ deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum.”
Çağdaşlarının anlayamadıkları, yahut anlamakta zorluk çektikleri meselelerden biri Sultan Abdülhamid gibi kudretli bir padişahın gelip gelmeyeceği, bir başka ifade ile saltanat rejiminin eski güç ve kuvvetiyle devam edip etmeyeceği noktasında toplanıyor.
Said Nursî, saltanat sistemi gibi kudretli padişahlar devrinin de artık bitmek ve kapanmak üzere olduğunu Şarktaki hemşehrilerine anlatmaya çalışıyor. Anlamada zorluk çekenlere de, Münazarat’ta şöyle kısa ve öz bir cevap veriyor: “Size kısa bir söz söyleyeceğim; ezber edebilirsiniz: İşte, eski hal muhal; ya yeni hal veya izmihlâl.”
Ezberlenecek bu veciz cevaptan sonra, aynı meseleyle bağlantılı olarak kendisine şöyle bir suâl yöneliyor: “Acaba daha Sultan Hamid gibi padişah tahta çıkmayacak mıdır? Eski hal olmayacak mıdır?”
Bu suâle verdiği çarpıcı cevap ise, artık en ümmi, en cahil kimsenin bile anlayacağı, idrak edebileceği bir netlikte. İzâhlı-örnekli cevap şöyle: “Acaba, sizin şu siyah çadırınız parça parça edilip yandırılırsa, havaya savrulursa, o külden yeniden çadır edip içinde oturmak kâbil midir?”
Yakılan ve külü havaşa savrulan bir çadırın, yeniden çadır olamayacağını anlamayacak kimse yoktur herhalde. Eski halin, yani kudretli saltanat sisteminin yeniden siyaset sahnesine çıkamayacağını kat’i bir surette anlatmak, ancak bu kadar olur, daha ötesi olmaz.
Nitekim, yaşanan gelişmeler de bu noktada Said Nursi’yi aynen tasdik etmiştir. Şunu da ekleyelim ki, o zamanın bazı insanları gibi, günümüz bazı adamları dahi bu noktada kafası basmamaya devam ediyor, ne yazık ki…
*
Bediüzzaman Hazretlerinin, bu dönemden sonraki tarihlerde başına gelen felâketler, karşılaştığı ölümcül tehlikeler, onun hakikaten vazifeli bir şahsiyet olduğunu ve istikbâl nesli için büyük hizmetlerde bulunacağını göstermiş oluyor.
Meselâ, 1914 yılı sonlarında başlayan Birinci Dünya Savaşında başına gelenler. Bizzat kendisi, başına talebelerini de toplayarak Milis Alayı Kumandanı sıfatıyla, Rus kuvvetleri ile Ermeni işbirlikçilerine karşı çetin bir mücadele verdi. Kafkas Cephesindeki bu ölüm-kalım mücadelesi bir yıldan fazla sürdü. Talebelerinin çoğu şehit oldu. Kendisi de yaralı halde Bitlis’te Rusların eline esir düştü. İki buçuk yıl süren esaret hayatından sonra firar edip tehlikelerle dolu uzun bir seyr ü seferden İstanbul’a kadar gelmesi, üzerinde doğrudan doğruya bir İlâhî inayetin varlığını gösteriyor. Hadise detaylı bir şekilde incelendiğinde, her ânı ölümle sonuçlanabilecek tehlikelerden sağ-salim kurtulmanın başka türlü izahını yapmak neredeyse imkânsız. İnayetli murad-ı İlâhî ise, onun gelecek nesillerin imanını kurtarma yolunda çetin bir mücadelenin içine gireceğini ve bunda da muzaffer olacağını düşünebilen insanlara tesirli bir sûrette ders veriyor.
(Devamı var)