Hürriyetin fıtrî ve meşrû sınırlarında tesis olan şahs-ı manevînin ruh ve muharriki ihlâs olduğu gibi uhuvvet ve muhabbet ile takviye edilmelidir. Uhuvvet ve muhabbetin en kâmil manada tatbiki noktasından hareketle ehl-i imanı bir biri ile bağlayan bağları irtibat ile tazeleyerek, dinsizlik ve fesada karşı da diğer semavî din mensupları ile de münasebetlerini tevhid akidesi esası çerçevesinde yapıcı girişimlerde bulunmalıdır.
Şahs-ı manevînin omurgası tesanüd ile doğrulur, ittihad ile ayağa kalkar ve ittifak ile kaim olur. İhtilâfın körükleyicisi enaniyet, şahs-ı manevînin en zayıf damarıdır, en hassas olduğu husustur ve en ziyade takviye edilmesi gereken ise o buz parçası nev’indeki enaniyeti “biz” havuzunda eriterek bütün kalb ve vicdanlarda yer edilmesidir.
Zikredilen vasıflara istiğnayı mutlak manada ilâve etmek gerekir. Zira Nur’un şahs-ı manevîsi yabanî ellerden müstağni durması ile veya kimsenin minneti altına girmemesi ile bilinir, tanınır ve öyledir de. Aynı zamanda metanet vasfı da eklenmeli ki metanet, sadâkat ile beraber alınan meşveret kararlarına ‘ama’sız, ‘fakat’sız itaat etmekle test edilir.
Meşveret, şahs-ı manevînin her şûrâda yeniden ihya olduğu, meşrûiyetin tahkim edildiği, samimiyetin perçinlendiği, olmazsa olmaz bir temel esastır. Eskiden falan ağabey, filan ağabey var idi, şimdi artık meşveret ağabey var.
Meşveretin ilk düşmanı infiradî harekettir ve bunun devam ettiricisi ise meylü’t-tefevvuk (üstün gelme arzusu) hücuma geçer. Bu, aslında istibdadın gizli çeşididir. Himmetin ayağını kaydırmadan hemen ihlâsı kuşanmak ve her ne yapılacak ise Allah için yapmak elzemdir. Himmeti istikametli, istikrarlı kılmak sabır ve hikmetli hareket etmekle mümkündür. Tasavvur-u şahsî denilen “bana göre” büyür, büyüdükçe “tek düşünce” istibdadının ardından “tek adam” belâsı kılıcını çeker. İşte bunun dahi ilâcı ve ıslâhı meşveret ile mümkündür. Evet, söz, meşverette olursa ibadet, dışarıda olursa dedikodu ve gıybettir. Müsbet hareket, meşveret ile mümkündür. Asayişi netice vermeyen, iman hizmeti dahi olsa müsbet değildir. Dâhilî münakaşaya girmemek, müsbet hareketin gereği olduğu gibi, uhuvvet ve tesanüdün de gereğidir.
İnsaf düsturunu kendine rehber edinen şahs-ı manevî azası Nur Talebesi, îsar hasleti gereği kendisi yardıma muhtaç olduğu hâlde kardeşinin imdadına koşar. ‘Senin de benim de mesleğim güzeldir, haktır’, der, ‘hak sadece benim dâvâmdır’, demez.
Kuvvet mutlak manada şahs-ı manevîde olmalıdır ki aksi halde şahıslara dağılıp, istibdat yer alır, her mahalde ağalar türer. Bu vaziyet ise, hürriyeti ve meşrûiyeti esas alan için bir yıkımdır. Şahs-ı manevî ne kadar kuvvetli olursa, aldığı kararın etkinliği ve yaptırıcılığı da o derece kuvvetli olur. Ve hiçbir ferd, şahs-ı manevînin kuvvetini su-i istimal edemez, etmemelidir. Cemaat içerisindeki yorum farklılığı bu kuvveti kırmamalı. Bu kuvveti kıran ya da kötüye kullananın ıslâhı mümkün olmaması hâlinde müşavere ile tardı, şahs-ı manevînin sıhhati açısından elzemdir. Islâhı mümkün olana ise tövbe kapısının açık olmasına işaretle bu kabiliyetlerin tecrübelerinden de istifade edilmelidir ki, ona harcanan zaman kaybedilmemeli.
Üstadın ‘tebâyün-ü efkâr’ ve ‘tehalüf-ü meşârib’ dediği fikir ve hareket tarzı farklılığında sadâkat kaplı anûdâne ısrar, İslâmî ahlâkı ve medenî münasebetleri de sarsan bir hastalıktır.
Her hâlükârda şahs-ı manevî merkezli hareket, bu hususta istikametli ve istikrarlı bir tarzdır. İnsanın en zayıf damarı olan hubb-u cahtan (şöhret) uzak durmalı ki, Üstadın en ziyade endişe ettiği damar da budur.
Bahsedilen vasıflara ilâve edileceklerle beraber her biri şahs-ı manevîyi besleyen, ayakta tutan esaslardır.