Türk milletinin yakın tarihi, hürriyet yolunda ödenen bedellerle şekillenmiştir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında devlet ile milletin değerleri arasında açılan mesafe, toplum vicdanında derin yaralar bırakmıştır. 1950 seçimleriyle birlikte Demokrat Parti’nin iktidara gelişi, işte bu yarayı kapatan ve milletin iradesini yeniden devletin merkezine taşıyan bir dönüm noktası olmuştur. “Yeter, söz milletindir” cümlesi, yalnız bir seçim sloganı değil; susturulan vicdanın haykırışı, bastırılan kimliğin yeniden ayağa kalkışıydı.
Adnan Menderes ve yol arkadaşları, milletle devlet arasındaki yabancılaşmayı ortadan kaldırmış, halkın inancına ve iradesine güvenen bir siyaset tarzı geliştirmiştir. Bu yüzden Menderes sadece bir başbakan değil; milletin vicdanının tercümanı hâline gelmiştir. Ne var ki bu yol çetin olmuş, 27 Mayıs 1960 darbesiyle millet iradesi kesintiye uğratılmıştır. 17 Eylül 1961’de idam edilen Menderes, yalnızca bir siyasetçi değil, demokrasi uğruna şehadet mertebesine ulaşan bir remizdir. Bugün, bu yıl dönümünde onu rahmetle anmak, milletin hürriyet davasını yeniden hatırlamak demektir.
Bu mücadeleyi doğru anlamak için Risale-i Nur’un hürriyet ve istibdat tariflerine kulak vermek gerekir. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, “Hürriyet-i umumî, efradın zerrat-ı hürriyatının muhassalıdır. Hürriyetin şe’ni odur ki: Ne nefsine, ne gayrine zararı dokunmasın.”¹ diyerek hürriyetin İlâhî bir bağış olduğunu açıkça belirtir. Demokrat misyonun özü de budur: milletin iradesini, Allah’ın en büyük nimetlerinden biri olarak kabul edip ona sahip çıkmak.
Bediüzzaman istibdadın mahiyetini de yine aynı eserde şöyle tarif etmektedir: “İstibdad tahakkümdür. Muamele-i keyfîyedir. Kuvvete istinad ile cebirdir. Rey’-i vahiddir.”² Bu cümle, keyfî idarenin ve tek sesliliğin millet vicdanında nasıl bir zulüm doğurduğunu ortaya koyar. Demokrat misyon, işte bu tahakküme karşı milletin söz hakkını savunan bir çizgi olarak tarih sahnesinde yerini almıştır.
Ancak Bediüzzaman Hazretleri, hürriyetin de sınırlarını tarif eder. “Zîrâ nazenin hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyinedir. Yoksa sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir.”³ Bu ölçü, Demokrat Parti’nin siyaset anlayışında da karşılığını bulmuştur. Çünkü hürriyet, anarşi veya keyfîlik değil; meşrû dairede bir serbestiyet ve toplumun bütün fertleri için adaletli bir düzendir.
İstibdadın karanlık yüzünü Üstad Hazretleri bir başka yerde şöyle ifade ediyor: “Bizde olan istibdad, Asya’nın hürriyetine zulmanî bir set çekmişti. Ziya-yı hürriyet o muzlim perdeden geçemezdi ki, gözleri açsın, kemâlâtı göstersin.”⁴ Bu cümle, hürriyetin yalnızca siyasî bir kavram değil, aynı zamanda ilim, ahlâk ve fazileti geliştiren bir ışık olduğunu gösterir. Demokrat misyonun toplumda gördüğü teveccüh, tam da bu ışığın yeniden görünür olmasından kaynaklanmıştır.
Bugün Türkiye’de siyasetin iki kutuplu yapısı, milletin vicdanını dar kalıplara sıkıştırmaktadır. Bir tarafın diğerini tamamen yok saydığı, farklı seslere tahammülün giderek azaldığı bu ortamda, milletin arayışı hürriyet ve adalet zemininde geniş bir kucaklaşmadır. Demokrat misyon, geçmişte olduğu gibi bugün de bu ihtiyacın karşılığıdır. Çünkü bu çizgi, ne kör tarafgirlikten ne de keyfî istibdattan beslenir; milletin şahs-ı manevîsinin hürriyet arzusunu ifade eder.
Sonuç olarak, 17 Eylül’lerde Menderes’i anmak, bir dönemi yad etmenin ötesinde, hürriyetin kıymetini ve istibdada karşı uyanık olmanın gereğini hatırlamaktır. Demokrat misyonun anlamı da buradadır: şahıslar gelip geçer, fakat milletin vicdanında yaşayan hürriyet arzusu bâkî kalır. O arzu, yalnız siyasî bir talep değil, aynı zamanda imanla yoğrulmuş bir nimettir. Risale-i Nur’un ifade ettiği gibi, hürriyet Cenab-ı Hakk’ın en kıymettar ihsanıdır; bu ihsanı korumak ise milletin ortak vicdanına emanet edilmiştir.
Kaynakça:
1- Münazarat, s. 236
2- Age., s. 208.
3- Age., s. 235.
4- Age., s. 242.