13 Temmuz 2014, Pazar
Eskiden Ramazan şükrün, şefkatin ve bereketin üzerine binip sokak sokak, köy köy dolaştığı bir süt beygiri idi. Şükre, fikre ve tefekküre medar nimetler önce muhtaç kapılara, sonra da muhtaç gönüllere dağıtılırdı. Bir süt gibi katıksız, saf ve aktı nimetler. Tefekkür, tezekkür ve şükür cennetvârî bir tatla süt gibi Aziz ve Hakîm olan Kur’ân’ın o nadide göğünden, maideden (gök sofrası) sofralara yağardı.
O zamanlar başta nimetlerin en büyüğü olan hidayet nimeti olmak üzere cismaniyete ve manevî letaife lâzım olan bütün gıdalar Kur’ân’ın semavî sofrasından bir süt aydınlığında nur nur, yağmur yağmur önce yeryüzüne, sonra bütün yüreklere akar, akardı. Kur’ân kâinatı önce bir mescide, sonra da bir imarethaneye çevirir, bütün insanları iftara dâvet ederdi. İnsanların hakikate olan açlığını onunla doyurmak için bütün iftarları Kur’ân verirdi. Kur’ân’ın ezelî bir hutbe olduğu gibi ezelî ve ebedî bir nimet olduğunu, zira Kur’ân’ın bütün insanlara rahmet, her tabakaya hitap eden ilâhî bir sofra, kalblere kuvvet ve gıda olduğunu anlayan herkes o iftara iftiharla katılırdı.
O zamanlar Ramazan-ı Şerifte camilerde özellikle de Bayezid Camii-i Şerifinde Ramazanın şerefine uygun olarak Kur’ân’dan aldığı feyizle insanlara hitaplar vererek, bunun karşılığında Rabb’inden Ramazan kitapları ve Risaleleri alan Saidler ihlâslı hafızları dinler; orada “Her nefis ölümü tadıcıdır” fermanını işitir, intibaha gelirlerdi. O intibah ile yüreklerini bir camiye çevirip, hapishanede bile olsa ‘İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle çağır’ âyetinin bir nüktesi ve bir ism-i azam veya ism-i azamın altı nurundan bir nuru olan “İSM-İ HAKEM”in bir cilvesini Ramazan-ı Şerifte görürlerdi.
O zamanlar inkılâpların, devinimlerin, dönüşümlerin başşehri İstanbul’da Ramazan-ı Şerifte meslek-i felsefe ile münasebette bulunan Eski Saidlerin Yeni Saidlere inkılâp edeceği hengamda Fatiha-i Şerifenin ahirinde “Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun peygamberlerinin ve onlara tabi olan salih kullarının yoluna ilet - gazaba uğrayanların ve sapıtmış olanların yoluna değil” âyeti ile işaret ettiği üç mesleği düşünürken bir hayali bir vakıa, misali bir hadise, rüyaya benzer bir hadise görürler; onunla dünyalarında bir çağ kapatır, yeni bir çağ açarlardı.
O zamanlar “Allah göklerin ve yerin nurudur,” mealindeki nurlu âyetin çok nurlu esrarından bir nurunu Ramazan-ı Şerifte bir ruhanî halette hissedip, hayal meyal gören Kur’ân dellâlları bir panayır yerini andıran yüreklerde dolaşırlardı.
O zamanlar gayet hasta, perişan ve gıdasız olarak bir iki gün Ramazanda Denizli Hapsinin meyvesi olarak Emirdağ’ın ve Ramazan-ı Şerifin nurlu bir küçük çiçeği olan “Emirdağ Çiçeği” isimli Kur’ân yazıları telif eden Kur’ân talebeleri yaşardı.
İki mu’cizeli Kur’ân’la berekete medar ve sevap ve hasenat ve fütuhat olacak Ramazanın her bir gününün bir Leyle-i Kadir hükmüne geçeceğini rahmet-i İlâhiyeden ümit eden Kur’ân şakirtleri vardı.
O zamanlar “Bu Ramazan-ı Şerifte Kur’ân’ı zevk ve şevk ile okumak benim çok ihtiyacım vardı. Halbuki elemli, maddî-manevî sıkıntılar, yorgunluk ve meşgalelerin tesiriyle telâş ettim. Birden Hüsrev’in şirin kalemiyle mu’cizatlı yazılan mu’cizatlı cüzler ve Hafız Ali ve Tahiri’ye pek çok sevap kazandıran parlak ve kerametli “Hizbü’l Ekber-i Kur’ân’iye”yi birbiri arkasından okumaya başlarken öyle bir zevk ve şevk verdi ki bütün o yorgunlukları hiçe indirdi” diyen Kur’ân müfessirleri vardı.
O zamanlar hâlis, hakikî Kur’ân şakirtlerine her Ramazanda orucu farz kılan Rabb’in katından Hazret-i Osman’ın (ra) “Münacat-ı Kur’ân’iye”si gibi rahmanî bir hediye gelirdi. Ama Ramazanda oruç tutmayan doktorun şifa hediyesini; yani tedavisini kabul etmeyen, doktora göre bedenen daha hasta, fakat ruhen doktorun ruhundan hatta bedeninden daha sağlam olan Kur’ân tabipleri vardı.
O zamanlar Kur’ân’la Ramazan orucu arasındaki alâka üzerine tefekküre çekilen ve Ramazan Risaleleri, teşbib kısmında Ramazan konu edilen, Ramazan ayı dolayısıyla sunulan kasideler olan Ramazaniyeler yazılırdı.
O zamanlar insanlar Kur’ân’ın nüzulü ile Ramazan orucu arasında büyük bir bağlantı olduğuna inanırlardı. Zira Ramazanı Kur’ân’ın en mühim nüzul zamanı olarak görürler, Kur’ân’ın nüzul zamanına hazırlanmanın, semâvî hitabı güzel bir şekilde karşılamanın, Ramazanda nefsin süflî isteklerinden ve mâlâniyattan sıyrılıp yeme, içme gibi cismanî ihtiyaçların terkiyle melekiyet haline bürünmenin ve Kur’ân’ı yeni nazil oluyor gibi okumanın ve ondaki hitab-ı İlâhiyeyi güya geldiği anın nüzulündeki gibi bir ruh hali ile dinlemenin ve o hitabı Resulullah’dan (asm) işitiyor gibi dikkat kesilmenin, belki Cebrail’den belki Mütekellim-i Ezeli’den dinliyor gibi bir kudsî halete mazhar olmanın bir vesilesi sayarlardı. Bunun için Kur’ân’a yaşayışlarıyla tercümanlık ederek Kur’ân’ın hikmet-i nüzulünü bir derece de olsa göstermek isterlerdi.
O zamanlar mü’minler Kadir Gecesinin Ramazan ayında saklandığına inanıp, hazine arar gibi Ramazanda Kadir Gecesini ararlardı. Leyle-i Kadrin hakikatini ve Ramazanın yüksek mertebesini kazanmak için ruha rahmet, kalbe nur, akla hakikat, mala bereket, bedene sıhhat veren Kur’ân’ı tilâvet eder; oruçlarını Kur’ân’la, kendilerini oruçla ihya ederlerdi.
O zamanlar Ramazanda İslâm âleminin bir mescid haline geldiği, hafızların o semavî hitabı arzlılara dinlettiği, böylece her Ramazan ‘O Ramazan ayı ki Kur’ân o ayda indirilmiştir’ âyetini nuranî ve parlak bir tarzda gösterdiği günlerdi.
O zamanlar Ramazanda Kur’ân’ın her bir harfine on değil bin ve Ayetü’l Kürsi gibi âyetlerin her bir harfine binler ve Ramazan-ı Şerifin cumasında daha fazla, hassaten Ramazanın içinde derc edilen Leyle-i Kadirde otuz bin hasene yazıldığına, her bir harfi otuz bin baki meyveler veren Kur’ân’ı Kerîm’in öyle bir nuranî şecere-i tuba hükmüne geçtiğine, milyonlarla baki meyveleri Ramazan-ı Şerifte mü’minlere kazandırdığına iman edilen geceler vardı. Bunun için bütün letaiflerine hakikî ve küllî bir oruç tutturarak, hassaten lisanını Kur’ân tilâveti, zikir, tesbih, salâvat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul edip, kulağını hak söze ve Kur’ân’ı dinlemeye sarf eden Kur’ân ile abdest alan, çocuklarını Kur’ân ile emziren anneler, Ramazanı bütün ruh u canlarıyla tebrik ve tes’id edip, Cenâb-ı Erhamürrahim’in emsal-i kesiresiyle bütün mü’minleri müşerref eylemesi için gözyaşı döken babalar, “Allah’ım Efendimiz Muhammed’e, onun Al ve Ashabına Ramazan ayında okunan Kur’ân harflerinin sevabı adedince, senin rızanın vasıtası, onun üzerimizdeki hakkının ifası olacak salât ve selâm eyle” diye Hasan (ra) ve Hüseyin (ra) dedesi Muhammed Mustafa’ya (asm) salât-ü selâm gönderen çocuklar, “Her asır Kur’ân’dan hissesini alır. Bakalım biz ne kadar bu Ramazanda Kur’ân’dan hissemizi alabileceğiz?” diyen dedeler-nineler vardı.
On sekiz bin âleme bakan, teveccüh eden, ferman-ı alişan Kur’ân’ı Hakim’in Ramazan-ı Şerifte inzal edildiğini, bütün âlemin Ramazan’a mahsus bir ilâhî bayram, rabbanî bir meşher, ruhanî bir meclis hükmüne geçtiğini bilen Müslümanlar vardı.
O zamanlar Ramazan tek kelimeyle Kur’ân ayıydı. İnsanlar Ramazan’a daha Kur’ân’ın semaya indiği Berat Gecesinde hazırlanmaya başlarlar ve Ramazanda ayet ayet Peygamberimize (asm) vahyedilmeye başladığı günlerde Kur’ân bahçesine girerlerdi. Bin dört yüz yıl önce “O Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, apaçık delilleri taşıyan ve hak ile batılın arasını ayıran Kur’ân o ayda indirilmiştir” diyen ilâhî kelâma kulak verirlerdi.
O zamanlar insanlar Ramazanda Kur’ân’ın sesine daha bir kulak verirler, dâvetine daha bir icabet ederlerdi. Bütün âleme rahmanî bir nimet olarak inmiş olan Kur’ân’ın en önemli sürelerinden birisi olan Maide’nin sofrasına otururlardı. Medine’de mü’minlerin iktisadî, siyasî ve içtimaî olarak kendilerini toparlamaya başladığı Hudeybiye anlaşmasından sonra Hicret’in 6. yılında veya 7. yılın başlarında Medine’de nazil olan Maide Sûresinin içinde en son vahyedilen âyetlerin bulunduğu süre olduğunu, adını Hz. İsa’nın (as) havarileri tarafından talep edilen ‘gök sofrası’dan ve Hz. İsa’nın (as) bununla ilgili duasından aldığını, mü’minlere içtimaî ve manevî sorumluluklarını yerine getirmesi çağrısı ile başladığını, nimetlerin helâl ve haram sınırlarının belirlendiğini, artık hâkim duruma geçen mü’minleri iktidarın kendilerini bozması ihtimaline karşı uyardığını, “göklerin, yerin onların arasındaki her şeyin hükümranlığı”nın Allah’a ait olduğu ihtarıyla sona erdiğini o sofrada anlarlardı. Sûrenin en çok dikkat çeken âyeti olan ve Peygamberimizin (asm) vefatından kısa süre önce indirilen âyet olan, ‘Bu gün dininizi sizin için kemale erdirdim, nimetlerimin tamamını size bahşettim ve İslâm’ı sizin için din olarak seçtim’ diyen âyeti okurken hüzünlenirlerdi.
O zamanlar insanlar neden Kur’ân’ın Ramazan ayında nüzul ettiğinin hikmetini araştırırlardı. İnsanların Hz. İsa’dan (as) bu yana hak yoldan saparak zorunlu manevî bir oruca girdiğini, hakikate yüz çevirdiklerini, cismaniyatını nefsinin arzuları doğrultusunda doyururken; akıl, kalb, ruh, sır, gönül gibi letaifini aç bıraktığını, tabir yerindeyse nefislerine genel af çıkararak, nefislerini özgürleştirdiklerini, letaiflerini sürekli bir oruca mahkûm ettiklerini, ne zaman ki Kur’ân’ın rahmet ayı olan Ramazanda inzal edilmeye başlayınca insanlarının Kur’ân vasıtasıyla oruçlarını açtıklarını, böylece ruhların nuru, kalblerin feyzi, akılların hakikati bulduğunu bilirlerdi.
O zamanlar insanlar “Kur’ân neden toplu halde defaten inzal edilmedi de âyet âyet inzal edildi?” sorusunun cevabını Ramazanda ararlardı. İnsanlığın o inzal anına kadar manevi bir açlık içinde oruç tuttuğunu, eğer Kur’ân aniden, def’aten toplu halde inmiş olsaydı, maneviyatları yozlaşan bu insanların Kur’ân’ın yüce hakikatlerini işitince inme/felç geçireceklerini, o Rahman olan Kur’ân’ı ruh, akıl, kalb gibi cihazatlarının kaldıramayacaklarını, o sütten daha arı olan nuru hazmedemeyeceklerini, Kur’ân’dan hakkıyla istifade edemeyeceklerini, nasıl ki oruç açılırken iftarda fazla yenip-içilmemesi gerekirse, Kur’ân’ın da âyet âyet nazil olurken benzer bir usûlü ve üslûbu benimsediğini, insanın cismanî ve manevî varlığının taşıyabileceği kadar bir manevî nimeti insanlara ikram ettiğini kimseden ders almadan anlayabilirlerdi.
Evet o zamanlarda Ramazanda iftarı Kur’ân ve onun tercümanları ve müfessirleri olan zatlar verirler; böylece Ramazanın o yüksek hakikati idrak edilmeye çalışılırdı.
Günümüzde de 100 sene öncesi kadar olmasa da bu güzellikler yaşanıyor. Şimdilerde her ne kadar zaman zaman Ramazanın ruhuna uymayan eğlenceler, ziyafetler ve gösteriler oluyorsa da 20 yıl öncesine göre bu gün Ramazan’lar gerek şahıs olarak, gerekse de toplumun bütün katmanlarında daha güzel yaşanıyor. Bu gün yüzlerce televizyon ve radyoda yapılan Ramazan programları, yine yüzlerce gazetede yayımlanan Ramazan sayfaları, bu ayda neşredilen Ramazan’a özel kitap, dergi, kaset, cd, vb. yayınlar, en güzeli de yurt içinde ve yurt dışında bir çok şehirde kurulan Ramazan çadırları 20 yıl sonrası Ramazan’ların çok daha güzel geçeceğini ve Allah’ın izniyle sahabe dönemi Ramazanlarına biraz daha yaklaşacağımızı müjdeliyor.
Şimdi bize düşen şey başkalarının minneti altına girmeden Kur’ân’ın bize bu Ramazan ayında verdiği iftara katılmak. Zira Kur’ân Ramazanın yüksek mertebesine uygun küllî bir oruç tutan herkese iftar veriyor. Kendi adıma Kur’ân’a zerre kadar da olsa samimiyetle yöneldiğimde Kur’ân’ın bana hemen her zaman bir iftar verdiğini gördüm. Bu akşam da Kur’ân bana iftar verdi ve bu yazı iftardan sonra Ramazanın dili olan sünûhat kabilinden ortaya çıktı. O halde Kur’ân’ın maidesinde iftiharla iftar edelim. Kur’ân’ı bize verdiği için de Allah’la iftihar edelim.
Okunma Sayısı: 1600
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.