İnsan bir duygu ve his santralidir. Her gün binlerce his ve duygunun hücum ettiği ve işlendiği bir santral. Bu kadar karmaşık bir santrali, istikametli bir şekilde yönetebilmek oldukça zordur, çünkü duygular enerji gibidir. Bir kere geldiğinde onu ya bastırır, ya dönüştürür, ya yutar, ya da yaşarsınız. Ama asla yok edemezsiniz.
İnsanın bütün bu duygu ve his atmosferinde yapacağı en büyük hata gelen duyguyu değerlendirmemesidir. Onun nereden geldiğini, nelere yol açabileceğini öngörmeden, sınırının nereye kadar olduğunu bilmeden sathî bir şekilde o duyguyu yaşamak tehlikelidir. Aynı şekilde içine atmak dediğimiz gelen duyguyu çeşitli sebeplerle yaşamayıp, onun getirdiği yoğun enerjiyi derinlere itmek de bir o kadar tehlikelidir. Bütün bu durumlar içsel yönlendirmenin zayıf olmasının bir sonucudur. İçe hükmedememe hali, duygu denilen enerjileri ya patlamaya hazır bombalar gibi biriktirir ya da kontrolsüzce yaşamaya sebebiyet verir. Bu yüzden enfüsi tefekkürün çok önemli bir basamağı, duyguyu tanımlama ve onu yönetebilmektir.
Peygamberimiz (asm) bazı duyguları yaşamayı tavsiye etmiş ve kendisi de yaşamış, bazı duyguların yönünü değiştirmeyi öğütlemiş, bazılarında haddi aşmamak gerektiğini söylemiş, bazı duyguların doğmasına sebep olacak ortamlardan uzak durmak gerekliliğini ikaz etmiştir. Bütün bunlar Efendimizin (asm) mükemmel bir duygu tanıyıcısı ve taşıyıcısı olduğunu gösteriyor.
Efendimizin (asm) bir duyguyu değerlendirirken ilk süzgeci, o duygunun şeytanî bir duygu mu, yoksa rahmanî bir duygu mu olduğudur. Meselâ şeytanî bir duygu olan öfke daha ilk süzgeçte takılır. Bu yüzden âyetin takva sahipleriyle ilişkilendirdiği “öfkeyi yutma”nın gerekliliği ortaya çıkar. Burada öfke, şecaat ile karıştırılmamalıdır. Çünkü kişi kendisine gelen öfke halinin Allah rızası için mi olduğunu ya da nefsinden mi geldiğini ayırt edebilir. Yine haset duygusu daha baştan şeytanî bir duygu olduğundan hadislerle, sakınılması gereken bir duygu olduğu vurgulanır. Bunlar gibi direkt şeytandan gelen ve içerisinde hiçbir ulvî gaye bulundurmayan, kulluğa hizmet etmeyen, eneyi besleyip büyüten birçok duygu dinimizce yutması, sakınılması, uzaklaşılması, dikkatli olunması gereken duygulardır.
Rahmanî duygular ise değerlendirilirken, meşrû olup olmaması ve ulvî uyanımlar yapıp yapmamasına göre değerlendirmelere tabi tutulur. Muhabbet doğru adresi bulduğu takdirde meşrûdur. Hüzün, ifrata kaçılmadığı müddetçe sağlıklıdır.
Bazı duygular ise nerede kullanıldığına göre Rahmanileşir ya da şeytanileşir. Niyet bu duyguların rengini değiştirir. İnat, tek başına zararlı bir duygu iken; Rahmanî bir niyet ile kişide hak yolunda sebat, azim, kararlılık, sürdürebilirliğe dönüşebilir.
Duygular hassas ve ince bir muameleye tabi tuttuğundan “ihlâs” kavramı ortaya çıkmıştır. Duyguları tanımak ve kontrolünü sağlayıp onları nereye yönlendireceğini bilmek hali modern psikolojinin “gelen her duygu yaşanmalı ve serbest bırakılmalı” felsefesinden çok daha modern ve insanîdir. Evet, duygular birer enerji ve imtihandır. Duyguyu kontrol etmek, onu süzgeçten geçirmek, onu bastırmak demek değildir. Modern dünya bugün her türlü duygusunu istediği gibi sınırsızca yaşayan insanları baskılardan arınmış, yüklerini indirmiş, emri ve yasak zincirini koparmış, hür ve sağlıklı kişiler olarak lanse ediyor. Duyguları gelişigüzel, olduğu gibi yaşama hali esaretin ta kendisidir. Çünkü irade ve aklın, duyguları kontrol etme yetisi kaybolmuştur. Duyguların sürüklediği insan, dürtülerin sürüklediği hayvandan farksızdır. “Yüreğinin götürdüğü yere git” söylemleri kadar mizansız, mesnetsiz yorumlar olamaz. Yürek ayarlarının bozulduğu, gayrimeşrû aşkların merkez üssü olan kalplerin götürdüğü yere gitmek kişiyi daha bu dünyada ruhî hastalık sahibi eder. O halde istikamet, frensiz duyguların esaretinden, sınır konulmuş duyguların hürlüğüne giden yoldur.
Hem “Hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa sefahat (haram eğlenceler) ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir; belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir olmaktır. (Münâzarât)