Çalışma, ev ortamı veya dışındaki hayatımızda insanların birbirlerine tahammülsüzlüğü, anlayışsızlığı ve pireyi deve yapması, tartışma çıkarması meseleleriyle daha sık karşılaşır olduk.
Maddecilik ve manevî değerlerden uzaklaşmak adeta bizleri insanlıktan çıkardı. Herkes meseleler karşısında kendi şişmiş enesinde kabul ettiği doğrularla ve değerlerle karar verir oldu. Dolayısıyla kendi doğrularımız başkasının doğrularını yanlış olarak kabul ettiğinden tartışma ve problemler kaçınılmaz hale geldi.
İşin kötü yanı bu meseleler kendini Müslüman olarak tanımlayan ancak Müslümanlığın değerlerinden bihaber toplumda baş veriyor. Bu durum karşısında üzülmemek elde değil. Bediüzzaman diyor ya, “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum” diye.
İmanlar yandıkça, imanla intisap etmiş değerler de mantıken yanmış oluyor. Maalesef bizler ve toplumumuz Üstadımızın tabiriyle bizleri birbirimize bağlayan manevî bağlardan habersiziz. Halbuki Allah, bizleri Hucurat Sûresi 10. âyette kardeş ilân etmiştir. İnsan olan insan kardeşinin üzülmesini, zarar görmesini ister mi? Bırakın üzülmesini nefsini kardeşine tercih etmez ve menfaatte önceliği ona verir. Bize bu değerleri katan, nefs-i emmaremizi terbiye eden, bize Kur’ân’la seslenen Allah’tır, sünnetiyle bize örnek olan Resulullahtır (asm). Öyleyse bu anlaşmazlıkların kaynağı tahkiki imanı elde edememiş olmamızdır.
Bizlere en kısa yoldan tahkikî imanı kazandıracak, Kur’ân ve sünnet hamuruyla yoğrulmuş Risale-i Nurlar’a; problem, sıkıntı ve anlaşmazlıklarımızı halletmek için ekmek ve su gibi muhtacız. Sadece Uhuvvet ve İhlâs Risalesi’ndeki düsturlar kabul edilip uygulansa kendi aramızda ve içtimaî hayatta birçok mesele hallolacaktır.